Hayatta rahatlamak çok mu zor? Nereden öğrendik bu kadar dertlenmeyi, olur olmaz herşeyi kafamıza takmayı, detaylara takılıp anı unutmayı?
Arkama yaslanıp, sakince hayatın akışına bırakmak istiyorum kendimi. Kaptırıp gitmeden, akıntıların kenarından yüzerek, girdaplara çekilmeden, usul usul ilerlemek istiyorum yolumda…
Acaba hayat öyle sandığımız kadar şaşalı bir şey değil mi? Binlerce yazı yazılmış, resim çizilmiş, şarkı bestelenmiş hayatın keyfini, güzelliğini, neşesini, büyüsünü anlatan.
Ama ben, şöyle bir kenarda durupta hayata uzaktan baktığımda, göremiyorum o havai fişekleri…
Dümdüz, yalın, illa benim renklendirmemi bekleyen, şekli şemali belirsiz, upuzun, loş bir koridor görüyorum önümde… Benim mi gözlük takmaya ihtiyacım var, yoksa hayat bu mu gerçekten?
Keyifli anlar var elbette… Çok güldüğüm, mutluluk sarhoşu olduğum, sarılıp bırakmak istemediğim anlar… Ama hepsi geçiyor işte. Sonuçta kendimi yine aynı durağan yerde buluyorum… Hep aynı loş koridorda…
Duvarları delip, ter döküp, çabalayıp odalar mı yaratmam gerek? Hep benim mi didinip duvarları süsleyecek tablolar çizmem gerek? Ben mi hep çabalayacağım elektrik hatları çekip, koridorumu aydınlatmak için? Ya da partiler düzenleyip, kalabalıklaştırmak için?
Hayat bana ne sunuyor? Neler getiriyor ben çabalamadan ya da istemeden?
Bir durup düşünmek gerek… Ne kadarı benden, ne kadarı koridordan?
Soruyu sorduğum anda anladım koridordan medet ummanın saçmalığını… Ben ona can vermedikçe, renklendirip döşemedikçe, elbette koridor iki duvar, bir tavan, bir de zeminden ibaret kalacak…
Ruhu olan benim! Öyleyse ruhsuz olana ruh katacak olan da benim… Yani yaşam bana verilen koridorsa, onu, içinde yaşanmak istenecek bir mekana çevirecek olan da, sonra keyfini sürecek olan da benim…