Bir soru var aklımda. Çözemediğim, anlayamadığım, neden sorup durduğumu bile bilmediğim. Cevabı olsaydı soru olmazdı elbet… Ama inat bu ya, arıyorum bulamadığımı. Aslında insanı anlamak istediğim. Karşıma çıkan onca örnekten öğrendiklerimi bir araya getirmek ve belki de kendimi anlamanın bir yolunu bulmak uğraşındayım.
Bugün birine dedim ki, ya canavarlar var hayatta ya da bebekler. Peki ben hangisi olacağım? Korkulan bir yaratık mı, ezip geçilen bir masum mu? “İki seçeneğimiz var yani sadece?” dedi karşımdaki haklı olarak. O gülümseyince anladım iki uç arasında sürüklendiğimi.
Hep bir yerlere oturtmaya çabalıyorum insanları. Kendim dahil herkese bir rol vermezsem rahat uykuya dalamıyorum. Bu yüklenmiş rollerin sıkıntısı şu ki, illa bir ezen oluyor, haksızlık yapan, kuralları çiğneyen, acıması olmayan. Ve tabi bir de ezilen oluyor karşısında, merhameti hak eden ama bir türlü bulamayan.
İmkansızlıklar, ulaşılamayanlar, anlaşılamayanlar ne çok çekiyor beni. Kurcalayıp duruyorum. Sonunda da ya canavar çıkıyor içimden ya da bebek gibi ağlıyorum. Oysa arası olmalı gerçekten. Hatta ikisine de benzemeyen yepyeni bir bileşim. Adı ben olan. Bugüne dek tam anlamıyla tanışma fırsatı bulamadığım ama uzun zamandır iştahla aradığım.
Eskilere göz atıyorum, yenileri arıyorum, kitapları karıştırıyorum, bulguları inceliyorum, hatta yogada iç sesimi duymaya çalışıyorum. Ama hiçbiri kendime duyduğum sevgi kadar heyecanlandırmıyor beni. Aramakla olmuyor anladığım, sadece geleni geldiği gibi kabul etmek gerekiyor. Sonra da hissetmeye açık olmak. Hani o taşların altına bıraktığım duygular var ya, işte onları içeri davet etmek… Ve inanmak. Karın eriyeceğine, toprağın yeniden ortaya çıkağına ve sıfırdan işe koyulacağına…
Cok yoruyor arayışlar insanı