Dolunay… Ayın ihtişamı ve doğanın gücü karşısında devleşmiş egolarımızın kendilerinin farkına vardıkları bir dönemden geçiyoruz gibi hissediyorum. İnsanlık, ne olduğu ve ne olmadığı ile yüzleşiyor. Çok fazla söze gerek yok gibi gelse de, bir yandan bazı sözler öyle anlamlı, önemli ve iyileştirici geliyor ki. Sevgi gibi. Söyledikçe, yaşadıkça varlığı çoğalan, içi dolan, anlam kazanan kelimeler. Kendine nazik olmak gibi. Dünya kavrulurken, içine akseden yangına bir bardak dolusu şefkat serpmek gibi. Dehşet içinde izlediğin haberlerden, bu dönemi kendini sararak yaşamayı örnekleyen varlıkların canlı yayınlarına şahitlik etmeye geçtiğinde…
Bu aslında bir ana davet. Anda olandan başka hakikat olmadığına bir vurgu. Her anın pespembe olmadığına bir işaret. Ana davetin, anda kalmanın, zaten yaşamakta olduğun anın içinde olduğunu fark etmenin, bir koşulu olmadığına dair bir hatırlatma. An, içinde her ne barındırıyorsa, onu olduğu gibi fark etmek… Fark ederek nefes alıp vermek. Fark ederek yazmak ve konuşmak kelimeleri. Fark ederek geçirmek gününü. Kırılgan, somurtkan, kırgın, hassas, dişli, kavruk, başına buyruk, üstün körü parçalarımızın her birini tek tek, ve zamanla hepsini birlikte kucaklayarak yaşamak. Sanırım, ancak o vakit, belirsizlik diye tarif ettiğimiz ağırlığın hafiflediğine şahit olabiliyoruz. Aktif bir kabul halinde olduğumuzda… Sermek değil asla. Çabalamak. Yürütmek. Yürümek bu yolda. Daha iyi olsun diye gayret etmek. Ve bırakmak. Kalbinin bildiği o noktada inandığına devretmek. Anda olanı bilmek. Bilerek yaşamak. Belirsizliği bilmek. … Belirsizliği bilmek. … Belirsizliği bilemeyeceğini bilmek.