Birileri

Hayatta birileri görsün ve takdir etsin diye yapılan ne varsa, sonunda insanı incitiyor. Ancak kendin için yaptığın kalıcı ve huzur verici oluyor.  Ama sosyal parçasından kurtulamayan insan, eninde sonunda kafasını çevirip bakıyor etrafındakilere; en azından en yakınlarına. Destek bekliyor, ilgi arıyor ve yaptığının anlamlı olduğunun tasdik edilmesini arzuluyor.

 

Aşıkken insanın odak noktası maşuk oluyor mesela. Sevilenin etkilenmesi, mutlu olması için kılı kırk yarıyor insan. Zamanın düşman olduğunu bile bile onunla daha çok vakit geçirmeye dair sözler veriyor. En akıllı insanların bile aklını başından alan aşk, bir türlü doymak bilmiyor. Katlanan bir arzuyla yapıştırıyor mıknatısları birbirine.

 

İlk öpücük su serpiyor aşığın yüreğine. Öyle seviyor ki tadını o dudakların, biraz daha sürmesine çabalıyor. Ardından gelen her adım, daha çok yaklaştırıyor insanı şehvet durağına. Orada bir süre duruyorlar aşıkla maşuk.

 

Sonra alışkanlıklar giriyor araya. Bilindik olmaya başlıyor yeni keşfedilmiş kıta. Her adımı karışladıkça insan yeniden susuzluk hissetmeye başlıyor ve belki de ayrılık çıkageliyor hiç beklenmedik bir anda.

 

Bu süreci bile bile nasıl duruyor insan aşkın yanında?

 

Ama başka durumlar var ki zamana yenilmek yerine ondan besleniyorlar. Dostluk gibi mesela… İki dost her yaşanan anıyla daha çok kenetleniyorlar birbirlerine. Zamanın lehine işlediği bir birliktelik oluyor yaşadıkları ve yaşlandıkça daha bir sırnaşıyorlar.

 

Nedir dostu maşuktan ayıran? Nedir dostluğun reçetesi olurken aşkın idam fermanını çıkaran?

 

Keşke aşk da dostluk gibi katlansa zaman geçtikçe. Keşke aşık olduğunla her öpüşmen ilki kadar alevlendirse yüreğini. Güven ve sevginin yanında, keşke aşk da kalabilse artmasa da değişmeden.

 

Galiba dost, yanında kendin olduğun ve kendini ön plana koysan da seninle yanyana durarak, seninle ön planda olmayı başarabildiğinden kazanıyor zaman savaşını. Oysa aşkta maşuk ön planda olmaya alışıyor ve hep bunu bekliyor. Aşık ikiye bölünemiyor. Hem aşık hem de maşuk olarak devam edemiyor hayatına. Maşuk olmanın yoğunluğu kafasını karıştırdıkça ve onu cezbettikçe, aşık olmaktan vazgeçiyor.

 

Ve hikaye orada noktalanıyor…

 

Dur Bir An (Bir, Hatta Birden Fazla)

Bir an, durdum. Bana umut veren bir dostumu düşündüm. Sezgilerimi alt eden bir yüzdü karşımda duran. Gözlerinin içi hüzün, kalbi sevgi, dili kahkaha, ruhu gözyaşı dolu bir adam. Yapmayı çok iyi becerdiği bir iş vardı. Bana, ‘‘Sen de yapabilirsin’’ diyordu. Sesi yumuşak, sakalı kırlaşmış bu yaşını başına toplamış adam, herkesi kanatlarının altına almış, sohbete sohbet ile eşlik ediyordu.

 

Hayat durarak yaşanamaz; ama bazı anlar durmayı hak eder. Her yudumun hissederek boğazından geçmesini istersin; gözlerin kamaşır hazdan ve anlarsın mest olmak ne demek. Ender ve özeldir böyle anlar; ve nereden çıkacakları hiç belli olmaz. Bir yabancının gözlerinde de bulabilirsin o anı; bir dost sofrasında da…

 

Nedir biliyor musun o anları durmaya değer kılan? İçinde hissettiğin, adını koyamadığın, sana dinginlik veren bir duygu… Sımsıcak ve loş sarı bir ışıkta, kendini kaptırmış nefis bir kitap okurken hissettiğin o yalın duygudur o an içine dolan. Hiç bitmesin istersin hayatı hayat yapan o an ve durursun.

 

Sen hiç durdun mu? Bir an nefesini derinden çekip etrafına baktın mı minnettar gözlerle? Olduysa olmuştur ve sen zaten biliyorsundur bahsettiğim duyguyu, anı… Her neyse adı.

 

Ne kadar zorluklar getiriyor hayat insana. Herkesin hayatında istemediği, yıprandığı, üzüldüğü bir çok şey oluyor. En mükemmel gözüken hayatlar bile hep eksik yaşanıyor sarılamayan yaralar yüzünden. Hep başkalarına bakar, her şeyi tastamam zannederiz. Ancak gözlem yapmayı, duymanın ötesinde dinlemeyi bilenler görürler her ruhun bir, hatta birden fazla çatlağı olduğunu. Yine de hep ondaki, kendindekinden kıymetli ve keyifli gelir insana.

 

Neyi kıskanırız tam olarak? Sahip olamadıklarımızı mı? Sahip olamadığımız bir, hatta birden fazla şey her daim olacaksa, bu sevimsiz kıskançlık neden uzaklaşmaz insandan?

 

Kıskançlık, korkulardan beslenir. İnsan korkar elindekini kaybetmekten. Vurgulamak, merkeze koymak, doya doya yaşamak istemez elindekini. Bir gün biter ya da giderse, daha az bağlanmış olur ona. Ve kaybetmekten korktuklarının aslında o kadar da vazgeçilmez olmadığını göstermek istercesine, hep başkalarındaki daha değerlilerde olur gözü ve kıskanır delice.

 

Böylelikle korku besler kıskançlığı ve tabiatı gereği ürkek ruhlu olan insan, asla kurtulamaz kıskançlıktan. Ancak elindekileri doyarak yaşayabilen ve bir gün kaybederse onlarsız da yaşanabileceğini bilen insanlar kıskançlıklarına ket vurabilirler.

 

Durduran anların içinde ne korkuya ne de kıskançlığa yer vardır. O anlar temizdir. Kalpte yaşanır, gözle zor görülür ve akılla anlaşılmaz. Sadece bir andır durduran insanı ve pek çok anın toplamıdır hayat denen.

 

Tek İstediğim Biraz Cesaret

Sonunda baş başa kaldık sevgili ben. Başkalarının söylediklerinden etkilenme yaşımı geçtiğimden beri, kimseden senden aldığım kadar haz alamaz oldum. Sanki ben sadece seninle bütün olabiliyorum gibi, ne zaman başım duygularla derde girse; dert ortağım yapıyorum seni. Özlemişim gözlerindeki samimiyeti.

 

Uzun yıllar var anıları gömdüğüm sandığıma biriktireli eskileri. Döndürür dururdum eskiden her anıyı, her anı. İsterdim ki geriye dönüp müdahale edeyim. Kendimi en umutsuz durumlardan usulca kurtarayım…

 

Zamanla anladım gece yastık üzerinde kurulan hayallerin gerçek olamayacağını. İnan, bir ara gerçek olur umuduyla yaşadım. Ben, hep şu anki halimden farklıydım o hayallerde. Hep ya daha güzel, ya daha dimdik, ya daha güler yüzlü, ya da daha sakindim… Beni kırana, hiç duraksamadan en zekice cevabı verebilir, hiç yapamayacağımı düşündüklerimi yapabilirdim orada.

 

Bir de gerçek ben vardı. Aynaya baktığımda görmek istemediğim, herşeyini eleştirdiğim. Büyüklerimden kalma bir alışkanlıktı belki de eksikleri bulmak. Bu kadar sevemediğim kendimi kimselere yakıştırmaz, tek bir dostla yıllarımı geçirirdim. Sonra, anladım. Süper kahraman olmasam da sevilebileceğimi, tek kavgayla o kişinin kaçıp gitmeyeceğini, birden fazla dosta, arkadaşa, can yoldaşına kapılarımı açarsam evde ne var ne yok talan edip gitmeyeceklerini…

 

Güvendim. Hepsine. Kimine biraz daha fazla, kimine daha az… Ama en zoru kendime güvenmekti. Benim de firar etme olasılığım oldukça yüksekti. Direttim; inatla kendimi yeniden yaratmak yerine, olanın keyfini sürdüm. Ve bugüne geldim.

 

Yolum uzun ama artık geride bırakılmış bir mesafe de var.

 

Hala kimi zaman kapkara oluyor gökyüzü, seçemez oluyorum gideceğim yönü. O histen nefret ediyorum ama onunla da barıştım. Biliyorum ki geldiği gibi gidiyor da.

 

Ben önümde pembeler, maviler, sarılar, yeşiller görebildiğim günleri daha çok seviyorum. Zorlanmadan gülümseyebilmekten büyük bir keyif tanımıyorum. O zamanlar, keşfedilecek büyük bir ada gibi geliyor bana dünya. Hem tanıdık hem de yabancı, ve hep tebessümlü…

 

Çok istediklerim ve ulaşamadıklarım beni bekler mi acaba ben onlara da ulaşacak cesareti toplayana dek?

 

Gitmeden Tam Bir An Önce

Sesin çıkmıyor sandığında içinden konuştuğunu fark etmek gibidir yalnızlığınla yüzleşmek. İnsan, en zor günlerinde bir dost eli arar omzuna dokunacak, herşeyin geçeğini ve sıkıntıların yerini güzelliklere bırakacağını söyleyecek. Oysa o dost bir türlü çıkmaz ortaya en ihtiyaç duyulan anda. Ama yine de güzeldir insanın hayatında pek çok tanıdığı, bildiği, öğrendiği, okuduğu, beraberliğinden keyif aldığı yüzün olması.

Sessizliği dinlemek iyi gelir bazen. Yaşamın gürültüsü öyle yoğun olmuştur ki, insan yazın sıcağında gündüzleri kavrulup gecenin yerleşmesiyle kıpırdanmaya başlayan yaprakların sesini unutur. Şansı varsa insanın, arada bir mola alabilir koşturmacasından ve kasıtlı olarak İtalyanlara özenebilir. Hiçbir şey yapmanın güzelliğini keşfedebilir bir kaç vakit. O zaman ruh biraz da olsa huzur nedir anlar. Ancak o zaman, hızlı solumaktan yorulmuş ciğerler, rahat ve derin bir nefes çekebilir.

Doğada gökkuşağının renkleri sabittir. Ama kişinin zihninde, her renk vardır gökyüzünde. Dilediğini yaratabileceği sihirli değneğidir hayal gücü insanoğlunun. Umduğu, arzuladığı, şehvetle istediği, beklediği, özlediği ne varsa, hayalinde onundur. Özgürlüktür dilediğini gözlerini yumduğun an beş duyunla yaşıyormuş gibi algılama gücüne sahip olabilmek.

Bir de kalbi vardır insanın. Tüm duygularına, kırık anılarına ve gelecek umutlarına ev olur yürek. Başını sokacak bir çatının önemini bilen insan, kalbine titizlenir ve onu üzenleri hep bir yudum temkinle gözlemler. Ama hayat akışı, kalbi uzak kılar insana. Beyin, düşünce, zihin, akıl hep ön plandadır. ‘‘Daha’’lara ulaşmak için insana bu düzende gereken aklını kullanabilmektir; kalp zayıflık olarak algılanır.

Onca oyundan çıkarılmalara rağmen, dirayetli kalp illa hissettirir kendini. Kimi insanı daha seyrek yoklar zamanın yarattığı kalkanlardan dolayı. Bazılarında ise daha baskındır ve sesi daha sık duyulur. O insanlar, kalbin bayrağını zirveye taşımakla yükümlüdürler. Duygusallıklarından işittikleri azarlara ve defalarca kırılan umutlarına aldırış etmeden, çabalarını sürdürürler.

Ben, o insanlara hayranım. Onlar ki her daim ruh ve bedeni bütün sayar, kalbi de merkeze koyarlar; işte onlar kahramandırlar. Bu kadar kötülüğün, yalanın, sahteciliğin, acının, insafsızlığın ve adaletsizliğin olduğu bir dünyada, gerçek gülümsemesini koruyabilmiş her insan, bir madalyayı hak eder. Hoş, onların madalyaya, ödüle ilgileri yoktur. Ama benim kalbimden geçen, kalbini unutmamış her insanın önüne hak ettiği saygı ve hayranlığı sermektir.