Evden Çıkan Kelebekler

Ferahla kalbim. Sana iyi geleceğim. Bundan sonra sana iyi bakacağım. Sen geçmişimin emaneti, bugünümün hazinesisin.

Dokunmayı özlemişiz sanki hayata. Ondan mı acaba dokunmatik teknolojinin bu denli tutması? Sanki kalp ve beyin iki ayrı birey olmuş, iletişimleri kopmuş, anlaşamaz olmuşlar. Birini seçmiş ve hayatlarımızı onun şekillendirmesine izin vermişiz… Sanki yaşam dediğin, ne yaşaman, yapman, söylemen gerekiyorsa, onu yerine getirirken geçen zamanmış. Oysa bundan çok daha ötede bir umut evi varmış. Ziyarete açıkmış her gün ve saat. Ama cesaret gerekmiş oraya gideceklere. Onu bulmadan da uzak dururlarmış insanlar bu evden.

Hansel ve Gretel’in hikayesindeki ev nasıl yeniyorsa, bu ev de misafir olanları kelebeğe çeviriyormuş. Masal bu ya, her ziyaretçi kanat çırparak ayrılıyormuş geldiği yerden. Bir günlük ömürleri kalmış ama bundan habersiz uzaklara uçmaya çabalıyorlarmış. Yoruldukça da bir çiçeğe konup, etrafı izliyorlarmış.

Ne gerekir acaba o kelebeğin uzaklara gitmeye ihtiyaç duymadan, burnunun dibindeki o güzellikleri kalan zamanında keşfetmesini ve keyif alarak tatmasını sağlamak için?

İçmeden onu sarhoş edebilecek bir şeyler bulması gerekiyor. Ancak o zaman anlıyor bir canlı, hayatın geçici olsa da anlamlı olduğunu. Yazmak mesela, birilerinin elini tutmak, sevişmek, anlamak, yeni bir lisan öğrenmek, gezmek, dostlar edinmek, sohbet etmek, kana kana su içmek, bir kedinin karnını doyurmak, kar altında sıcak kestane yiyerek yürümek, çok hastayken şifa verecek tavuk suyuna çorba içmek…

Ama önce kelebeğin sınırlarını, örneğin onlarca kilometre yorulmadan uçacak kanatları olmadığını, kabul etmesi gerekiyor. Ancak o zaman yapabileceklerinin farkına varacak ve susmak kadar konuşmanın da keyfini tadacak.

Sen bir kelebek olsan, nasıl geçirmek isterdin bir gününü?

Gel Bana Geçmişi Hatırlat. Özlemişim Seni…

Ne kadar yakınımızdan geçiyoruz birbirimizin hayatlarımızda. Senin üst kata çıkışından tam bir saat önce ben aynı merdivenleri inmiş oluyorum. Hafif özlemle karışık bir hüzün burkuyor içimi. Notunu alıyorum. Meğer hayatlarımız değecekken kopmuş.

Geçmişe dönmek korkutuyor beni. İçimde sellerin bile alıp götüremediği, kazık çakmış bir hayalperest. Bazen seni düşlüyor, diğer zamanlar başka şeyleri… Hep bir şeyler değişiyor, ben değişiyorum ve özlemim diniyor. Hayat sanki beklenen bir gösteri… Zamanı gelmiş, yerime geçmişim, ışıklar loş, perde kalkmak üzere, sabırsızım ama oyun bir türlü başlamıyor. Her dakika, bir sonraki an oyunun ilk anı olacakmış gibi çarpıyor kalbim ve aynı dakika içinde hayal kırıklığıyla geri yaslanıyorum, oyun başlamıyor.

Sonra bir şey fark ediyorum. Yanımdakiler, önümdekiler, arkamdakiler yerlerinde değiller. Kimisi kalkmış gitmiş, diğeri bana bakıyor, bir başkası patlamış mısır yiyor, başka ikisi ileride birbirlerine dalmışlar… Bir anda oyunun içinde miyim diyorum. Duruyorum sadece ve bakınıyorum. Anlamaya çalışıyorum. Ben bu oyunun seyircisi değilim. Bir parçasıyım…

Bazen başrol, bazen yan roller, bazense figüran, hatta kimi zaman senarist ya da yönetmen…

Sonra geri dönüyorum seyirci yerime. Ürkütüyor rol alma fikri. Geri çekiliyorum, köşeme sıkıştırıyorum kendimi. Ama dar geliyor. İçim içime sığmıyor. Artık bu köşe bana yetmiyor. Alanın genişliğini bildiğimden, eskiden içinde kendimi huzurlu sandığım dört duvarı yıkmak istiyorum şimdi. Bir yandan sıradanlaşmak gibi geliyor kalabalığa karışmak, diğer yandan tutamıyorum kendimi daha fazla bu odanın içinde.

O zaman diyorum, önce sıradanlığımı keşfeder, sonra da özelliklerimi bulur çıkarırım. Bu kadar insan var diye, benim sönük kalmama ya da kendimi hep figüran konumuna itmeme gerek yok. Ben de herkes kadar, hatta belki bazılarından daha bile iyi rol kesebilirim. “Hadi bakalım” diyor içimde yıllardır beklemekten usanmış ve paslanmış ruhum. ”Biraz çığlık at, biraz bağır çağır, delir; sonra durul, dinlen; ve kendin olmaktan hiç vazgeçme.”

Hazırım hayat. Ben de bunu yazdığıma inanamıyorum ama sonunda hazırım galiba sana karışmaya.

İki cümlelik bir mektupla başladı bu yazı. Kelimeler kelimeleri kovaladı. Kekeledim, durdum, oyalandım, geri döndüm başına ve bitirdim. Yenilerini yazmak üzere, bu sayfayı burada noktaladım.

Mutlu Yıllar Herkese!

Uzun zamandır elime aldığım en ürkütücü şey bu klavye. Nedenini çok sorguladım… Belki de sesimi unutmuş olduğumu fark ettim. Öyle bir yıldı ki geçtiğimiz yıl benim için; kendime doğru koştuğum, arada nefesim tıkandıkça soluklandığım, en değerlilerimden kayıplar ve yeni kazançlar yaşadığım, bütün düzenimin bir günde altüst olduğu, güvenimi sarsan yakınlarımın yanında bana huzur veren destekçiler bulduğum… Zengin, bol inişli çıkışlı bir seneydi.

Yeni yıla ne derece hazırım bilemiyorum? Her ne kadar gerçekçi yanım yeni yılın illa herşeyin sıfırlandığı ve yeniden başladığım bir yıl olması gerekmediğini söylese de, umut taşıyan o hayalperest tarafım 2012 için kocaman beklentiler içine giriyor.

Belki de ikisi bir arada olabilir. Ne dersiniz? Bir yandan gerçekçi bir gözle yeni yıla aynı kilo, boy, sorunlar, sıkıntılar, acılar, mutluluklar, başarılar ve karmaşalarla gireceğimi bilerek diğer yandan “belki değişecek”lerin listesini yapabilirim.

Bir yılbaşı ağacının parıltıları altında gizlenen hediyeler kadar heyecan veriyor yenilikler bana. Bilinmezler sayesinde her sabah yatağı heyecan içinde terk edebiliyorum. Elbet bazı sabahlar “hiiççç” bu düşünceler gelmiyor aklıma ve yatağa yapışıp kalmak istiyorum. Ama diğer sabahlar, aydınlanmış ya da hala karanlık havada uyandığımda fırlıyorum yeni güne doğru. Acı, mutsuz, tatsız haberler bile getirse aralara serpiştirilmiş güzellikler bulmaya bakıyorum yeni günün içinde.

İşte yeni yılı da 31 Aralık 2011 Cumartesi gecesi aynen böyle karşılamayı planlıyorum. Biliyorum, zorluklar devam edecek, hatta bazı dönemlerde artacak; ve biliyorum yepyeni başarı, mutluluk ve sevinçler günlerimi aydınlatacak. Hayat ne iyi ne kötü; ne doğru ne yanlış; ne de hep mutlu ya da hep dibe vurmuş. Hayat, iki ucu da içinde barındıran, ortada bir denge; ama çok hassas bir denge. Onu sabit tutmak, bozuldukça yeniden oturtmak da bana kalmış. Bazen dengede olmamak da güzel… Ondan da çok şey öğreniyor insan.

Yeni yıldan dileğim bu dengeye istediğim zaman kavuşabilecek kadar yakın olduğumu hiç unutmamak. Dengede hissetmediğim anlarda bile, aklımın bir köşesinde, bunun geçici olduğunun kalması… Biliyorum ki bu bilgi tüm korku ve endişeleri yenmenin yegâne yolu. Korkmak da endişelenmek de insan olmanın getirileri ama kalıcı olmak zorunda değil. İnsan isterse, korksa bile korkusu geçtiğinde hayata sımsıkı sarılarak kaldığı yerden devam edebilir.

Acı ve Tatlı Bir arada

“Gitme” dedim. Sesim içimde yankılandı. Uzun zamandır ilk defa kendi sesimi duydum. Bu kadar yoğun yapmıştım hayatımı. Meğer korkmuşum ve kaçmışım. Bunca yıldır benim olabilecek herşeyi elimin tersiyle itmişim. Kabuğumun içinde düzenimi kurmuşum. Fazla geçirgen olmayan seçiciliğimle, tek tük anılar biriktirmişim. Ama ipimi koparıp yaşayamamışım bir gün bile. Bu gece başbaşa kaldım kendimle. Tanımadığım birine dokunmak gibiydi. Sessiz, sakin, huzurlu gözüken ama içinde fırtınalar kopan küçük bir kız çocuğu kalmış içimde. Hiç büyümemiş. Hiç konuşmamış. Hiç tatmamış hayatın ne acısını ne de tatlısını.

Rüzgar esmiş, hemen camı kapamış, perdeyi çekmişim. Ne soğuk işlemiş içime ne de üşümediğim için ısınmayı bilmişim. Şimdi farklı. Herşey başka. Bugün yalnız kalmışım. Anlatmak istesem de ellerim titremiş. Yazamamışım. Dudaklarım büzüşmüş, konuşamamışım. Artık sesim dışardan da duyulsun istiyorum. Çünkü ben korktuğum için kaçmışım, istemediğim için değil.

Ama kaçarken arkamda bırakamadıklarımı bugün gerçekten kaybetmişim. Fırsatlar kaçmış, şansım sönmüş ve ben, geldiğim yerde olmak istediğim kişiye yakın, olmuş olabileceğim kişiye de bir o kadar uzağım.

“Keşke”lerin pişmanlığından nefret etsem de hayallerimde onları yaşatmışım. Ben, bugün dünden çok uzakta yarına kararsız adımlar atıyorum. Bildiklerim o kadar sınırlı ki. Umut denen hasretle karışık bir mutlulukmuş. Yarım onu hissederken, diğer yarım hep ürkek kalmış.

Başkalarına bakmışım. Onları başarmış sanmışım. Oysa, başarmaktan kaçtığım için kendimi hep geride hissetmişim.

Güçlü olmak zorundayım zannedip güçsüz olmanın arkasına sığınmışım. Meğer hayatta güçsüzlük ve güç içiçe geçmiş, biri olmadan diğerini hissetmek mümkün değilmiş.

Şimdi kararlıyım. Ama umutlu değilim. Güçsüz anlarım ve güçlü günlerim oluyor. Bir de hedefler belirliyorum. Yapılacaklar listesi tamamlandıkça kendimi başarmış hissediyorum. Yarının kötü olmadığını biliyorum. Ama ben o umudu bulamadıkça içimde, hep eksik hissedeceğimi de biliyorum.

Beklediğim “kurtarıcı” hala umutla eş anlamlı kalbimde. Aklım, kendi kendime yetmem gerektiğini söylese de o özel anı bekliyorum; parlayacağım, anlatacağım ve savaşacağım… Oysa savaşın tam ortasındayım. Hayat, beklenmedik zaferler kazanmam için çırpınıyor.

Bir de hala korkmasam…