Kardan Sonra…

Bir soru var aklımda. Çözemediğim, anlayamadığım, neden sorup durduğumu bile bilmediğim. Cevabı olsaydı soru olmazdı elbet… Ama inat bu ya, arıyorum bulamadığımı. Aslında insanı anlamak istediğim. Karşıma çıkan onca örnekten öğrendiklerimi bir araya getirmek ve belki de kendimi anlamanın bir yolunu bulmak uğraşındayım.

Bugün birine dedim ki, ya canavarlar var hayatta ya da bebekler. Peki ben hangisi olacağım? Korkulan bir yaratık mı, ezip geçilen bir masum mu? “İki seçeneğimiz var yani sadece?” dedi karşımdaki haklı olarak. O gülümseyince anladım iki uç arasında sürüklendiğimi.

Hep bir yerlere oturtmaya çabalıyorum insanları. Kendim dahil herkese bir rol vermezsem rahat uykuya dalamıyorum. Bu yüklenmiş rollerin sıkıntısı şu ki, illa bir ezen oluyor, haksızlık yapan, kuralları çiğneyen, acıması olmayan. Ve tabi bir de ezilen oluyor karşısında, merhameti hak eden ama bir türlü bulamayan.

İmkansızlıklar, ulaşılamayanlar, anlaşılamayanlar ne çok çekiyor beni. Kurcalayıp duruyorum. Sonunda da ya canavar çıkıyor içimden ya da bebek gibi ağlıyorum. Oysa arası olmalı gerçekten. Hatta ikisine de benzemeyen yepyeni bir bileşim. Adı ben olan. Bugüne dek tam anlamıyla tanışma fırsatı bulamadığım ama uzun zamandır iştahla aradığım.

Eskilere göz atıyorum, yenileri arıyorum, kitapları karıştırıyorum, bulguları inceliyorum, hatta yogada iç sesimi duymaya çalışıyorum. Ama hiçbiri kendime duyduğum sevgi kadar heyecanlandırmıyor beni. Aramakla olmuyor anladığım, sadece geleni geldiği gibi kabul etmek gerekiyor. Sonra da hissetmeye açık olmak. Hani o taşların altına bıraktığım duygular var ya, işte onları içeri davet etmek… Ve inanmak. Karın eriyeceğine, toprağın yeniden ortaya çıkağına ve sıfırdan işe koyulacağına…

Bulut, Güneş ve Kar Üçlüsü

Mutluluğumu kaybettim… Bu dağınıklıkta, ne zaman, nereye koymuştum, unuttum. Böyle hissederim hep hava bulutlandığında. Sonra güneş çıkar, yüzüm gülümser yeniden. Bir bakarım kar toplamış güneş. Elinde bembeyaz bir küme, saçıyor bana doğru hırçınca. Hava soğur sonra. Bir ürperirim, bir keyiflenirim, çünkü her ürperti içinde olduğum anı hatırlatır bana.

Kolayca kopup gidemediğimden midir nedir, bırakamam geçmişin peşini. Her kar tanesiyle, eski günlerin canlanışını izlerim hayalimde. Ufka çeviririm gözlerimi, boş bir alan ararım. Sonra gizlice saklarım hislerimi o alanda bulduğum kayaların altına. Bir bir toplamak üzere gelecekte, emanet ederim zamana yaşadıklarımı…

Hisler kayboldukça, basitleşir içinde olduğum an. Sanki her dakika, her saat, her gün bir diğerine benzer. Anlam veremediğimi zannederim bu farklılaşamamaya. Oysa, içimde, derinlerde bilirim bunun yolda bıraktığım duygularımın eksikliğinden olduğunu.

Kendini keşfetmenin, boynumuzun borcu olduğunu söylüyor Elif Şafak. Haklı. Ama ne borç… Yoruluyor insan. Dönemsel duygusuzluklarla dinlenmek istiyor. Ama sonunda gelinen nokta hep aynı. Bir kere keşfin tadına vardı mı insan, asla vazgeçemiyor bu hazdan. Açılan yaralarını elleriyle sarıyor, haritasını bulamadığı yöreleri karış karış sabırla keşfediyor ve anlıyor zamanla neyi, neden, nasıl yaptığını… İşte o an boşlukta asılı kalmış birkaç soru işareti daha cümlesiyle tanışıyor. Ve insan özgürlüğe bir milim hatta bir santim daha yaklaştığını hissediyor.

Belki diyor, yapmak istediklerime doğru yol alabilirim artık. Beni ilerlemekten alıkoyan geçmişe takılı kalmış iplerimden birini daha koparabildiysem şu an, bir adım daha yakınım olduğum yere. Anı yaşamak arzusuyla tasarlanan her güzel oyunun sonunda olduğu gibi, bulutların geçmesiyle güneşi selamlıyor insan ve başlıyor toplamaya kar tanelerini.