Arkası Gelecek

Bazen düşünüyorum, bu kadar insan ve bu kadar hayal varken evrende; ben ve benim hayallerim ne kadar önemli kalıyor diye. Kendi görüş alanıma göre değerlendirdiğimde elbette çıkıyor içimden fırtınamsı bir bulut ve kaplıyor her yanı. Hayallerim yer gök karışacak kadar büyük geliyor o anlarda. Ellerim titriyor, yanaklarım fırtınadan nasibini alarak ürperiyor, gözlerim toz yumağına benzer beyaz lekelere şahitlik ediyor, kulaklarımda sessizlik sonrası çıkan kargaşanın uğultusu, tadına bakmak istiyorum bu engin arbedenin.

Sonra bir adım geri atıyorum. Her şeyin daha dingin olduğu bir köşe seçiyorum kendime. Elimi telefona atıp aramam gereken o isim yankılanıyor zihnimde. Çekingen bir tavırla yine erteliyorum geleceğime gidecek o sese ulaşmayı. Bir kadın sesi bu. İçimdekini zirveden alıp dibe vurduracak, ardından aslında zirvenin sandığımdan çok daha yüksekte olduğunu fark etmemi sağlayacak ve benimle yeni tanımlanmış o tepe noktasına sabırla çıkacak bir kadın. Ben bir yıldır bu kadını bekliyorum ve şimdi, belki de biraz ona yüklediğim bu ulvi anlamdan ötürü, bir türlü ona ulaşacağım adımı atamıyorum.

Hayallerime çeviriyorum yeniden gözlerimi. Yazarken bu kadar zorlandığım; herhalde olmazsa yıkılırım diye çekindiğimden göz göze gelmekten hep kaçındığım umudum aralarında sıkışmış kurtarmamı bekliyor. Henüz onu oradan çekip alacak cesareti içimde bulamıyorum. Bir süredir alt yapı çalışmalarını başlattığım inşaat sürmekte; onu selamlıyorum ve anlık bir bakışla telkin ediyorum.

‘‘Sevgili umudum, sen gençliğin tozlu bir baharında, adını sanını hatırlamayı gereksiz bulduğum pek çok kişi ve anı tarafından defalarca kırıldın. Ama yılmadın ve sen beni hiç terk etmedin. Ben de artık büyümenin getirdiği bir akıllanmışlıkla seni her yeşereceğin fırsatta ortaya saçmamayı öğrendim. Şimdi sabretmenin erdeminde bekliyoruz. Vuslat yakın değil ama kesin.’’

Umudum bir yandan iç çekiyor, diğer yandan usulca başını öne arkaya sallıyor. Anlıyor beni; kal demiyor. Arkamı dönüp, ardıma bakarmış gibi yapıp yürümeye başlıyorum. O an nereye gideceğimi bilemiyorum. Zaten hayat yolculuğu tam da böyle bir şey değil mi? Bu kez ben iç çekiyorum. Yolun sonunu gördüğüm günlerden değil bugün. Kayıp, amaçsız, hazırlıksız ve güçsüz hissetme günü bugün. Elbet bir zaman sonra, sisler dağılacak ve ben yeniden başladığım yolda devam edeceğim. Şimdilik nokta.

Uyku ile Uyanıklık Arasında Bir Yerde

Bazen nasıl bir ihtiyaç içinde olduğumu tanımlamak zor geliyor. Yalnızca içimde bir eksiklik olduğundan yakınıyorum. Adını koyamadığım, zaman zaman nefes almamı zorlaştıran ve damağımda buruk bir tat bırakan huysuz bir boşluk…

Sevdiklerimle dolduğu zamanlar oluyor bu boşluğun. Keyifle onlarla geçen anları yudumlarken, sımsıcak oluyor içim. Onların yüzü güldükçe benim de içimde mutluluk kıpırdanıyor. Bazen işimle dolduruyorum aynı boşluğu. Başarılı, odaklanmış ve hızla hedefe koştuğum günlerde kendimi daha bir tam hissediyorum. Bazen de kendimle doluyor boşluğum. Bilgisayarın başında, bir romanın sayfalarında ya da günlüğümü karalarken buluyorum kendimi… Her nefeste daha bir ben oluyorum sanki. O zaman da tüm parçalarım tamammış gibi hissediyorum.

Ancak anlık kopuşlar yaşıyorum bu tamlıkların arasında. O kopuşlarda içim çekiliyor, yanaklarım kızarıyor ve sinir damarlarım zıplamaya başlıyor. Sanki yetersizmişim, yetemezmişim ya da olamazmışım gibi hissediyorum. Çiğ ve ham geliyor her yaptığım. Yolun başında sekiyormuşum gibi söylenip duruyorum. Bir iç çekmek iyi geliyor.

Kendimi savurup fırlatıyorum öz güvenli tarafa. Orada daha mutluyum. Elbette geçmişim bırakmıyor ipleri elinden. Var gücüyle titrekliğe itiyor beni. Direniyorum, bu direnç beni yorsa da sevmiyorum geçmişe teslim olmayı. Oradan beslenmek istiyorum yalnızca. Sağ çıktığım her acıdan öğrenmek, manasız düşünceleri beynime sokan tüm anılardan esinlenmek ve yenilerini inşa ederken aynı hataları tekrarlamamak adına dersler almak istiyorum.

Hayat devam ediyor. Benim için bazı geceler zaman dursa da, akrep ve yelkovana baktığımda yüzleşiyorum yana yakıla tepinen saatlerle. Bir dakika bin yıla bedelken, birden suskunluk bastırıyor. Aptallaşıyorum televizyonun karşısında. O zaman işe yaramazlık hissi yeniden basıyor üstüme. Sonra her dakikanın hızlı yaşanamayacağını hatırlatıyorum kendime. Ve hiç bir şey yapmamanın tatlılığına bırakıyorum kendimi.

Durmak ve koşturmak arasında denge kurmakla geçiyor haftalarım. Elimden geldiğince kendime vakit ayırarak, mümkün olduğunca detaycı mükemmeliyetçiliği törpüleyerek ve zaman kalmasa da dostlarımın sesini duyacak fırsatlar yaratarak otuz yılı geride bırakıyorum. Sanırım her sabah yeniden doğuyor ve her gece uykumda yeniden bilinmez bir boşluğa düşüyorum.