İki hafta uzaklardayım…
İki hafta uzaklardayım…
“Sevmediğim biri”ne bir ışık yaktım dün gece… Ve gerisi kendiliğinden geldi… Anladım ki, önyargılarımı rafa kaldırıp, at gözlüklerimi masama koyup bakarsam karşımdakine, onun nasıl biri olduğunu daha net görebilirim. Hatta, kim bilir, onu sevmeye bile başlayabilirim.
Hepimizin hayatında vardır katlanamadıklarımız, sinir olduklarımız, kıskandıklarımız, moralimizi bozanlar, ruhumuza iyi gelmeyenler… Hiç düşündünüz mü neden o insanı tanıma fırsatı bile bulmadan, ilk görüşte “sevmediklerimiz” kategorisine ekleriz? Çünkü, o insanı, farkına bile varmadan, geçmişte tanıyıp, sevmediğimize kanaat getirdiğimiz birine benzetiriz.
Bazen bir mimik, sıkça kullanılan bir kelime, konuşma tarzı, duruş, tavır bile yeter… “Sinir oldum ona” deriz. Aslında o, bize, sinir olduğumuz birini anımsatır. Bilinçaltımız o sinyalı aldığında anında devreye girer. Ve beynimiz öyle hızlı iletir ki bunu bilincimize, biz ne olduğunu anlamadan, o insandan “negatif elektrik” almış oluruz.
İnsan olarak geçmişimizden etkilenmememiz söz konusu bile olamaz. Geçmiş bizim tahminimizden çok daha derinlerde bir yerlerde, sandığımızdan çok daha koyu karakterlerle yazılmıştır zihnimize ve kalbimize…
İlişkilerinizi düşünün… Karşı tarafın sizde eleştirdiği yönlerinizi bir geri sarıp irdeleyin. Sonra da bir düşünün bakalım, size tanıdık geliyor mu bu özellikler… Bence ailenizde birinde bunların çok benzerlerini bulacaksınız.
Sonuçta çocuk dünyaya bomboş, beyaz bir perde olarak gelir. Ve her yeni gün, her yeni deneyim üzerine yeni bir nakış olur. İstesek de istemesek de her yaşta, her dönemde, hamurumuz yoğrulup son halini alana kadar ,çevreden oldukça etkileniriz. Bizi etkileyen çevresel faktörlerin en başında da elbette anne ve babamız ya da bizi yetiştiren kişiler gelir. Onların bir sözü, bir hareketi bizim için tahminimizden çok daha etkili olabilir.
Çocukken insan dünyaya karşı güçsüz, ufak, etkisiz hisseder kendini. Öyledir de aslında. Kendi kendine yetemez hiçbir çocuk. Hayatta kalmak için muhtaçtır ona bakacak olanlara. Bu dengesizliğin getirisi de işte az önce bahsettiğimiz etkileşimdir.
Peki bunun zararı neresinde? Şöyle düşünelim. Diyelim ki annemize, babamıza, ya da bizi büyüten kişiye oldukça benzedik… Ya onları beğenmiyorsak? Ya hareketlerini, seçimlerini, hayat tarzlarını doğru ya da kendimize uygun bulmuyorsak? Mecbur muyuz onlara benzeyip, onlarınkine benzer hayat çizgileri oluşturmaya?
Tabi ki hayır! Ama bunun için çaba sarf etmeliyiz. Aldığımız kararları, attığımız adımları finale varmadan yeniden gözden geçirmeliyiz. Bir de kendimize dönem dönem şu soruları sormalıyız: “Şu an yaptığım şeyi gerçekten istiyor muyum? Bunu kendim için mi yapıyorum? Bu yaptığım beni mutlu edecek mi?” İşte bu soruları net olarak yanıtlayabildiğimizde, geçmişin olası olumsuz etkilerini oldukça azaltabilmişiz demektir…
“Niye yazmıyorsun? Çok ara verdin!” dediler, kızdılar bana… Bir anda içim cız etti ve yazmayı ne kadar özlediğimi düşündüm…
İnsan bir şeyi, birini, bir yeri ne kadar çok sevdiğini neden illa uzaklaşınca anlıyor? Ya da daha kötüsü neden kaybedince kıymet biliniyor?
Çok sevdiğiniz birini düşünün… Onunlayken aslında ne kadar huzurlu ve mutlu olduğunuzu… Ama bunu durup düşünür müyüz hiç? Hayır! Ancak işler yolunda gitmediğinde, mutluluğun yerini kavga, kargaşa, ayrılık aldığında aklımıza gelir güzel günlerin aslında ne kadar da güzel olduğu…
İnsanız işte. Doğamızda var. Bir şeyi elde edene kadar delice isteriz, takıntı haline getiririz. Zaman geçipte, elimize geçirince bir anda kanıksayıp, varsaymaya başlarız. Daha da zaman geçince iyice görmez, işitmez, hissetmez oluruz. Sonunda da ya anlamını yitirir bu şey ya da onu kaybeder, kafamızı vuracak duvar arar dururuz…
Benim içimi en acıtanı sevgiyi kaybetmek. Başka herşeyi günlük koşuşturmacalar içinde gözden kaçırmaya razıyım da iş sevgiye gelince, benim için kurallar değişiveriyor birden. Sevdiklerim, en azından gün aşırı, onları ne kadar sevdiğimi hissetsinler isterim. Ya bir dosta yardım eli uzatarak, ya sevgilinin dudağına sıcak bir öpücük kondurarak, ya anlayış dolu bir bakışla, ya gözyaşlarına boğulduğunda ağlayacak omuz olarak, ya hatrını sormak için arayarak…
Aslında sevgiyi göstermenin öyle çok yolu var ki… Dr. Gary Chapman bunları beş kategoride (Sevginin Beş Dili – http://www.fivelovelanguages.com) toplamayı başarmış. Hatta onun söylediğine göre, herkeste her kategoriden bir parça olmasına rağmen, asıl baskın olan temel bir sevgi diline sahipmişiz. Ve ilişkilerdeki en büyük geçimsizlik kaynağı kişilerin sevgi dillerinin birbirine uymamasıymıs. Mantıklı değil mi?
Merak edenler için yazmadan geçemeyeceğim. Bu beş sevgi dili nedir? Birincisi sevdiğiniz kişiye vakit ayırmanız ama bütün dikkatinizin onun üzerinde olacağı şekilde. Örneğin odada bir televizyon varsa o kapatılacak, konuşulana odaklanılacak ve bölünmelere mümkün olduğunca izin verilmeyecek. İkinci dil hediyeleşmek. Sevdiğiniz kişiye onu düşündüğünüzü gösterecek sevgi sembolleri vermek. Üçüncüsü bir servis sunmak. Yani sevdiğiniz birinin bir işini içinizden gelerek, söylenmeden, gerçekten isteyerek halletmek. Dördüncü sevgi dili, sözel olarak sevginizi, ilginizi, desteğinizi ve beğeninizi belirtmeniz. Sonuncusu ise fiziksel dokunuş. Hiç fark ettiniz mi kimi insan sırt sıvazlamayı, baş okşamayı, elele yürümeyi diğerlerinden daha çok sever ve yapar… İşte o insanların baskın sevgi dili fiziksel dokunuştur.
Siz hangisini kendinize daha yakın buldunuz?
Daha da önemli olan soru, sevdiğiniz kişinin sevgi dili hangisi? Unutmayın onun sizin sevginizi daha net görebilmesi için anladığı dilden göstermeniz gerekiyor…
Bence hepimiz birer kırmızı iplik bağlayıp sevgimizi daha sık göstermemiz gerektiğini kendimize hatırlatmalıyız. Sonuçta işin ucu bizi de mutlu edecek. Çünkü sevildiğini hisseden size de hissettirecektir… Ne dersiniz?
İnsan özgür olduğunu hissettiği kadar özgür bence. Baktığınız zaman toplumda bizi kısıtlayan, bir kutunun içine sığdırmaya uğraşan ve limitlerimizi daha da daraltan öyle çok etken var ki… En başta sosyal bir varlık olmanın getirileri… Çok yüksek sesle konuşamazsın, istediğin kadar açık giyinemezsin, istediğin gibi şapırdatarak yiyemezsin, istediğin yoldan gidemezsin… Bunları yemeğimi illa şapır şupur yemek istediğimden değil, belli sınırlar içine girmekte çok zorlandığımdan yazıyorum. Bunu ne kadar değiştirebiliriz bilemiyorum. Ama en azından içimizdeki hisle ve kafamızdaki düşünceyle kendimizi özgür olduğumuza inandırıp, biraz daha huzurlu devam edebiliriz günümüze.
Bunun en önemli örneklerinden biri Viktor Frankl’dir. O, Nazi kampı günlerinde yüzyılın en başarılı düşüncelerinden birini ortaya atmıştır. “Bedenimi ne kadar esaret altına alsanız da, kafamın içini kontrol edemezsiniz. Ve ben orada istediğimi düşünmekte ve düşlemekte özgürüm.”
İşte bu çok umut verici. Hayatta öyle çok zaman ve durum oluyor ki kendimizi kukla gibi hissettiğimiz, bu işin içinden çıkıp çıkamayacağımızı bilemediğimiz. Aslında herşey insanlar için. Biz istedikten sonra herşey mümkün. Ve bedenimiz bir durumun zorunluluklarının içinde ne kadar sıkışmış olursa olsun, uçsuz bucaksız bir hayal dünyasına ve düşünme gücüne sahibiz. Bu da insan olarak en büyük avantajımız.
Sadece zaman gerekiyor. Ulaşmak istediğimiz hedefi kafamızda belirledikten sonra, bedenimizi o noktaya taşımak için biraz zaman… Ve önümüze çıkacak duygusal ve fiziksel zorlukları aşmak için biraz cesaret, çok az da umut…
Ben, gerçekten çok istersek, herşeyi başarabileceğimize inananlardanım. Çünkü insanların yürekten istedikleri şeyler uğruna yapabileceklerini gördüm. Engeller elbette var ve olacak da… Engelsiz bir hayat herhalde ancak masallarda var. Ama önemli olan o engelleri aşmayı istemek. Sonra insan bu engeli aşacak bir yol buluyor mutlaka. Yeter ki kararınızı vermiş olun. Yapmak istediğiniz şeyden emin olun. O zaman inanın hiç kimse duramaz önünüzde…
Birine yol sorsam nasıl tarif ederse, hayatı da öyle tarif etsinler istiyorum. Bazen dönemeçler arasında kayboluyorum ve hangi yola sapmam gerektiğini şaşırıyorum. Keşke annemin, babamın ya da çok güvendiğim birinin çizdiği bir harita olsa sıkıştığımda açıp bakabileceğim.
Büyükler hep anılarını anlatır durur. Bazen sıkılarak, bazense hevesle dinleriz… Hepsinde bambaşka hayatlar, bambaşka tecrübeler gizlidir. Ama asıl hüner, kendimizin ileride anlatacağı hikayeleri bugünümüze sığdırabilmek…
Aslında işin sırrı yaşamayı yürekten istemek. Bunun içinde umut gerek… Umut içinse olumlu bakabilmek…
Dizginleri ne kadar elinize alıp, sımsıkı tutsanızda, aslında hayat bizim dışımızda akıp gidenler bütünü. Yaşadıklarımız hep sürpriz sonuçlarla, tahmin edemeyeceğimiz sahnelerle ve aklımızın alamadığı tesadüflerle dolu.
Yaşananları olduğu gibi kabul etmek ve olumsuzluklar karşımıza çıktığında, ki bu kuvvetli ihtimal, olaylara tatlı dille, pozitif bir tutumla ve çok etkilenmeden yaklaşabilmek gerekiyor.
Kolay değil elbette. Özellikle de bu kadar negatiflikle, ölümle, savaşla, tartışmayla, grupların birbirine isyanıyla, suçlarla, birbirinin üzerinden prim yapma savaşındaki insanlarla dolu bir dünyada… Ama denemek gerek ve yılmadan pratik yapmak.
Onlar ne kadar kötüyse biz de o kadar iyi olarak… Onlar ne kadar namussuzsa biz de o kadar dürüst olarak… Onlar ne kadar çıkarcıysa biz de o kadar bonkör olarak…
Sonuçta dengelerin iyice sapıtmasını istemiyorsak, dengelemeye bir yerden başlamalıyız.
“Kötülere bir şey olmaz” diyenlere kulak asmadan, inancımızı yitirmeden, yürüdüğümüz yolda devam ederek… Bilmiyorum, kulağa çok mu safça geliyor? Belki de çocukça… “Pay It Forward” filminde olduğu gibi, siz üç kişiye iyilik yapacaksınız, onlar üçer kişiye, onlar da üçer kişiye, derken dünyayı iyilik kaplayacak… : )
Hayali bile güzel bence… Ben şansımı deneyeceğim…