İkinci Uyanış

Doğduğunda bir kere uyanıyor insan hayata… Deli dolu, sınırsızca, ağlayarak, nazlanarak, istemeyi bilerek, tüm doğası ayakta, yaşıyor hayatı. Zamanla büyüyor, şekilleniyor, topluma ayak uyduruyor ve ikinci derin uykusuna dalıyor…

Öyle çok insan var ki kendini tanımayan, kim olduğunu, kim olmak istediğini, kim olup kim olamayacağını bilmeyen.

Hayatta bize dayatılıyor doğrular. Biz her ne kadar kendi doğrularımız var sansak da, büyüdükçe adam oluyoruz desek de, aslında bizden önce bizim hayatımıza çok benzer hayatlar yaşamış, güvendiğimiz birilerinin sözünü dinleyip, hayatlarımızı onların bizi yönlendirdiği doğrultuda kuruyoruz. Bu bizi rahatsız edene dek…

Ne zaman doğrularımız tam doğru gelmemeye, yanlışlarımız her zamankinden daha cazip gözükmeye başlıyor, o zaman bir sıkıntı, bir oturmamışlık, bir kaybolmuşluk hissi kaplıyor içimizi. Ve kendini arama serüveni başlıyor.

Ben bu serüvenin neresindeyim anlamaya çalışıyorum. Acaba hangi noktasında anlamsız bir ağlama hissi kaplıyor insanın içini? Acaba hangi noktasında etrafındakileri senden daha başarılı, daha tatmin olmuş, daha ileride sanıyorsun da, kıskanıyorsuz sınırsızca?

İşin en tuhaf yanı, insan her deneyiminde olduğu gibi, kendini aradığı bu dönemde de, bunu sadece kendisi yapıyor sanıyor. Kimse onu anlayamaz diye açılmıyor, içine atıyor, günleri geldiği gibi, ucundan tutarak, derine inmeyerek yaşamayı tercih ediyor. Oysa bakıp, baktığını görebilse insan, ikinci uyanış için harekete geçmiş birçok kişi bulabilir etrafında. Her yaştan, her meslekten, her yöreden, mutlaka birileri çıkar.

Bu arayış ne zaman bitiyor onu merak ediyorum. Ne zaman insan kendini, kendi anladığı anlamda buluyor da, sarsılmaz bir özgüvenle, sahip çıkabiliyor eşsiz kimliğine? Belki de işin sırrı, çok kurcalamadan, oluruna bırakmak ve geldiği gibi yaşamak bu süreci. Hayatın vurgularını, virgüllerini, ünlemlerini, noktalarını, satır başlarını edit etmeye çalışmaktansa, gelişigüzel savurmak kelimeleri… Aşk gibi, gürlemek gibi, çağlamak gibi, sevmek gibi, nefret gibi, kıskanmak gibi, düşlemek gibi, sarılmak gibi… İçindeki enerjinin açığa çıkmasıyla, başını anlamsızca salladığın dans gecelerinde olduğu gibi, hayatı da her nefesinde içine çekmek ve fazla düşünmeden, bolca hata yaparak, hatalarını dert etmekten vazgeçerek, kalbindeki sevgiden ve sana güç veren her duygudan esinlenerek, sık sık saçmalayıp, durmadan güvenerek ve dikkatini sadelikte, dürüstlükte, iyilikte, yardımseverlikte, sevmekte toplayarak, hayata anlık, günlük, bir haftalığı aşmayan programlarla devam etmek… İşte ikinci uyanış… (Unutmayın, ikinci uyanıştan sonra herkesin cümleleri başka kelimelerle dolacak, bu benim cümlem…)

Ruhumun Enerjisi Nerede?

İnsan hayatta ne istediğini nasıl bilir? Ve daha da önemlisi, istediğini belirledikten sonra ulaşırken geçmesi gereken yolları nasıl sabırla adımlar?

Evet, istediğini bulmak, belirlemek, anlamak zor… Ama bence istediğine ulaşırken sabretmek daha zor! Çok zor!

Bugün biri bana nereden başlamak istediğime karar vermem gerektiğini söyledi. Ben de, sonunda olmak istediğim yerden başlamak istediğimi söyledim. Mantıklı değil mi? Bir anda istediğim noktada olsam… Güzel olmaz mı?

Evet, zor elde ettiğin, uğraşıp didinerek ulaştığın daha kıymetli olur derler… Varsın az kıymetli olsun… Ama bir an önce olsun!

Nedense bu mümkün olamıyor. Ne istediğimi belirlemiş olmama rağmen bir türlü ulaşamıyorum çünkü sabrım yok! Adım adım yürüyecek, gereken, yapmak istemediğim işleri azimle yapacak, sabredip gerektiğinde hiçbir şey yapmadan bekleyecek enerjim yok!

Aslında, düşünüyorum da… Bu ilk değil hayatımda… Daha öncede geçtiğim olmuştu bu tıkanık dönemlerden. “Kayıp” olduğumu hissettiğim, pusulamın şaştığı, kendimi bulamadığım dönemler… Düşünüyorum, ne oldu da o dönemleri atlattım sonunda? Nasıl oldu da bir şekilde pro-aktif olmayı başardım ve harekete geçebildim?

Galiba bir dibe vurma noktası var insanların hayatında… Yeterince dibe vurabilirsem, aynı hızla yukarı çıkmayı başarabiliyorum… Yani insan dibe çarpınca, bir ivme kazanıyor ve aynen yukarı zıplıyor. İşte o harekette içinde bir yerlerde sıkışmış enerjiyi uyandırıyor. Ve insan başlayabiliyor yeniden çırpınmaya hayatı için…

Ben o anı bekliyorum. Ve o an gelsin diye ne yapmalıyım diye düşünüyorum. Bence böyle bir durumda, insana psikoterapi, yoga, meditasyon gibi insanı kendini sorgulamaya, kendi içine bakmaya, beden-ruh-zihin arasındaki bağı güçlendirecek bir tetikleyici gerekiyor… Öyleyse kendimi dinlemeye daha çok zaman ayırmalıyım ve içimdeki enerjinin kabuğunu kırıp çıkmasını sağlamalıyım. Ne denir? Bana ve enerjisini harekete geçirmeye azmetmiş herkese kolay gelsin…

Birine Kırıldığımda…

Biriyle ilgili bir derdiniz var. İçinizi kemirip duruyor… Bunu karşınızdakine söylemeli misiniz? Ve daha da önemlisi, söylemeniz gerekse, söyleyebilecek misiniz?

Ben, en çok kırıldığımı söylemekte zorlanırım. Biri beni üzen bir hareket yaptıysa, onunla yüzleşmek yerine, kendi kabuğuma çekilir, pasif-agresif bir şekilde, kendi içimde trip atar, kendimi o kişiden uzaklaştırırım. Oysa ne kadar büyük bir hata! Ve astarı ne kadar daha pahalıya patlıyor yüzünden…

Sonuçta ben o insana kırıldıysam, ona gerçekten çok değer verdiğimdendir. İnsan, sevmediği, takmadığı birinin hareketlerini umursamaz, dolayısıyla ona bozulmaz. Eğer biri sizin canınızı yakabiliyorsa, bu kişiye kalbinizden bir parça vermişsiniz demektir. Öyleyse, ben değer verdiğim, sevdiğim, hayatımda olsun istediğim birini, neden bu pasif-agresif tavırlarımla soğutuyorum ve kaçırıyorum? Bu, o insandan çok, kendime yaptığım bir kötülük değil midir? Peki ben bunu nasıl değiştireceğim?

Buradan yola çıkarak, yüzleşmenin, söylemek istediğimi söze dökmenin en doğrusu olduğu sonucuna vardım. Ve tabi ki her pasif-agresif tavra sığınmış kişi adına, ve en çokta kendi adıma, ilk fırsatta denedim… Ne mi oldu? Tam bir fiyasko! Ve anladım ki, ne söylediğinden çok nasıl söylediğin önemli! Ben söylemeyi bilmiyorum…

Başkalarıyla yemekteyken, iki lafın arasında, alçak sesle, şapsalça edilmiş bir sitemin kime ne yararı var ki?

İşin kötü yanı, insane bir kere deneyip, beceremediğinde hemen yılar. “Denedim işte, olmuyor! Ben bunu beceremiyorum.” der.

Oysa, insan değiştirmek istediği bir huyunu, ilk denemesinde değiştiremez. Bu mümkün değildir. Çünkü, onu değiştirmek istediğiniz güne kadar yapmışsınızdır aynı şeyi. Benim durumumda, pasif-agresifliği… Ben bu yaşıma kadar böyle yapmışım, bunu tecrübe etmişim, bunun piri olmuşum… Bunu değiştirip, yapıcı-aktif bir tavır takınmaya kalktığım ilk deneyimimde fiyaskoya uğramamdan daha doğal ne olabilir ki??? Denemeye, yanılmaya ve öğrenmeye devam etmem gerekiyor.

Yani, herhangi bir özelliğimizi, düşünce mekanizmamızı, bakış açımızı ya da hareketimizi değiştirmek istediğimizde başvuracağımız derman ne biliyor musunuz? Söylüyorum: Pratik, pratik, pratik…

Yılmadan, düştükçe yeniden kalkmak ve pratiğe devam etmek…

Biz yeni başladığımız her konuda, yürümeye yeni başlayan bir bebeğin koşmakta tecrübesiz olduğu kadar tecrübesiziz… Yani önce emeklememiz, sonra küçük adımlar atmamız, düştükçe doğrulup, gerekirse duvarlara tutunup, adım adım yürümemiz ve ancak gereken pratiği yaptıktan sonra koşmaya başlamamız gerekiyor…

Yani yol uzun… Benim için ise, yapıcı-aktif olma çalışmalarına devam… : )

“Aslolan” nedir hayatta?

Hayatta hepimiz için önceden çizilmiş, yazılmış, oynanmış planlar var. Gideceğimiz okullar, alacağımız diplomalar, işimiz, eşimiz, ailemiz, evimiz, arabamız… Bunların hepsi, yaşça gereken noktalara ulaşmış insanlar tarafından denenmiş, onaylanmış, bizim önümüze sunuluyor. Biz de her insan gibi, ergenliğin getirdiği isyanları oynadıktan sonra, sırasıyla mesleğimize, kariyerimize, eşimize, evimize ve kaç çocuk istediğimize karar veriyoruz. Yalnızlığı seçen ya da seçtiğini sanan şövalyeler bile eninde sonunda diğerlerinin eleştiren, yargılayan, kınayan, “artık hayatını yoluna koysan” diyen bakışlarına teslim oluyorlar. Sanki hayatımızda herşey birşeyleri yerine oturtmak ve “nihayet bir düzen kurmak” üzerine planlanıyor. Peki biz bu düzeni gerçekten ne kadar istiyoruz?

Bence, hayat, söylendiği gibi, birileriyle paylaştıkça güzelleşiyorsa, bütün bu düzen kurma çabamızın anlaşılır bir nedeni olabiliyor. Sonuçta, yıllarımızı verdiğimiz iş, eş, dost, akraba, çoluk çocuk bize hayatımızı daha anlamlı yaşayabilme olanağını sunuyorlar. Yani, yerleşik hayat belki de bize dayatılan birşeyden çok, akıl muhasebesinden geçirdikten sonra bilinçaltımızın bizi sürükleyerek üzerine ittiği bir gereksinim. Sonuçta, her gün, hepimiz hayatımızı daha anlamlı, daha işe yarar, daha “mutlu” geçirme çabasındayız. Ve tartışmasız, birilerinin şahitliği olmadan yaptığımız hiçbirşeyin bir anlamı kalmıyor. İnsan, her ne kadar “bunu karşılıksız yapıyorum” dese de, yaptığı herşeyde en azından birilerinden takdir görmeyi bekliyor. Bir iş başardığında, terfi aldığında, bir çocuğu düşmekten kurtardığında, sözel ya da görsel bir “aferin” bekliyor. Peki bu aferini bize kim söyleyecek?

Bazen başkalarından alırız bu aferini… Bazense tanıdık bir ses, beynimizin içinden seslenir bize… Bu tanıdık ses her ne kadar kendi sesimiz gibi gelse de kulağımıza, aslında büyürken, öğrenirken, şekillenirken sesini en sık duyduğumuz kişiye aittir, bizi yetiştiren kişiye… Ve biz, her ne yaşta olursak olalım, kulak kabartarak dinleriz onun söyleyeceklerini…

Insan her ne kadar “büyüdüm artık, koca adam oldum” dese de, hep o kişinin aferinini bekler yaptığı işlerde. Bilinçli ya da bilinçsizce hep o kişinin onaylayacağı kararlar almaya çabalar. Hani bazen yaptığımız, söylediğimiz ya da yapmadığımız bir şey bir türlü içimize sinmez ya, işte o şey aslında iç sesin sahibine ters geleceğinden bizim de bir türlü içimize sinmez. Yapmak istesek bile hep bir tereddüt olur içimizde.

“Aslolan”, bu tereddütlere rağmen kendi kararlarımızı alabilmektir hayatta. Ne istediğimizi ve istediğimizi, biz onu istediğimiz için istediğimizi bilebilmektir…

 

Ben artık hayal kırıklığına uğramak istemiyorum! Bunun bir yolu var mı?

Hayal kırıklıklarından öyle korkar ki insan, binbir yola başvurur kendini korumak için. Bazen umutlanmamayı seçer, hayatında ne olursa olsun en ufak bir neşe kıpırtısı göremezsiniz bu insanların gözlerinde. Başlarına geleni hep olağan kabul ederler ve artıları görmezden gelirler. Kimi insan soyutlar kendini. Yaşadıklarıyla, sahip olduklarıyla, hayatındaki insanlarla ve olaylarla bir ilişkisi yokmuş gibi davranır. Yaşamla olan bağını koparmış sanırsınız. Bazıları ise Polyannacılık oynamayı seçerler. Her olanı sanki dünyanın en büyük mucizesiymiş gibi algılar, başlarına gelen herşey mutlaka daha iyi bir şeyin habercisiymiş gibi davranırlar.

Aslında her durumda niyet aynı ve çok masumca. İnsan korumak ister kendini… Korumak için gözle görünmeyen, ancak sözle açıklanabilen kalkanlar yaratır kendine. Ve bir şekilde hayal kırıklığını hayatından uzak tutmaya çabalar.

Başarabilir mi derseniz… Bu gerçeğe ne kadar hakim olmak istediğinize bağlı olarak cevabı değişen bir sorudur.

İnsan bu kalkanların arkasında kaldıkça gerçekle olan bağını da zayıflatır. Kendi yarattığı ve kurallarını kendi koyduğu bir fantezi dünyasında yaşamaya başlar. Gerçekte ne herşey negatiftir, ne herşey pozitiftir, ne de herşey hiçbirşeydir. Gerçekte hepsi vardır. Olumlu yan da, olumsuz yan da, etkisiz eleman da… Önemli olan hepsini görebilmek ve hepsini dengeli yaşayabilmektir.

İnsanın ruhunun sağlıklı olabilmesi hayatında kurabildiği denge ile doğru orantılıdır. Hayatındaki olumlu ve olumsuzları dengeleyebilen, gerektiğinde etkilenen, gerekmediğinde tepkisiz kalabilen insan huzurlu olabilen insandır.

Sonuçta, artılar da eksiler de, insanların ve onların hikayeleri olmadan var olamayacak olan hayatın vazgeçilmez birer parçalarıdır. İnsan hayal kırıklığına uğrasa bile, aynı anda mutlaka kazandığı, sevindiği, başardığı birşeyler de vardır… Yeter ki insan baktığını görebilsin…