Hayat Memat Meselesi

Benlik dediğin suskunluk gibi. Derin derin nefes alırken, farkında olmadan iç çekmek gibi hayatı sevmek. Her insan bazı dönemler hayatın akışında savrulur. Sonra hızla masaya inen bir yumruk kadar ani ve öfkeli isyana kalkışır… İsyan günlerinde kayganlaşır zemin. Yalpalamadan ve düşmeden dimdik ayakta durmak iyice zorlaşır. Sonra hayatın anlamı sorgulanır uzun sohbetlerde, bir de rakı masalarında…

Cevaplar daha da anlamsız kılar yaşanan anları. Böylece insan, hiçliğine bir yudum daha şaşırmışlık katar. İnsan, kızgın, kırgın ve daha pek çok tuhaf duyguyla bu defa da hayatın varlığına dair düşüncelerde savrulmaya başlar. Dipsiz bir kuyudur günlük hayata uydurmak da kendini, hayattan soyutlanmayı ve anlam bulmayı denemek de. İki ucunda da ışığı göremediği bir tünelin ortasında, kalbinden başka gerçeği yoktur insanın. Usulca iki yana da dener adımlarını savurmayı. Oysa hiçbir isteksiz adım baş koymak kadar tatmin etmez insanı.

Her ne yön olursa olsun gideceği, ‘‘Ben bunu seçtim’’ diyemedikçe insan, hep aklı diğer seçenekte kalır. Ancak severek seçtiği kurtarır onu bu ikilemden ve kararsızlıktan. İnsan bazen mecburiyetten bazen bunun daha doğru olduğuna inandığından, günlük ve sıradan akışını seçebilir yüzeceği akarsuyun. Bazen de daha başka bir his, her güne dair özel bir başlık ve her daim tertemizden rengarenk boyanmışa dönen bir sayfa ister insan ömründe.

İki tarafın da vardır ödenecek ağır bedelleri. Her seçim bir sonuç ve sorumluluk getirdiği gibi, yaşama dair bakış da bir bedel doğurur. Kendini, bedenini, beğenilerini normlara yönelik bir yaşam tarzında ikinci plana atmaktır ilk seçeneğin getirisi. İkincide ise yalnızlık, soyutlanmışlık ve kimi zaman bunalımlı ruh hali vardır. Zordur ne bulacağını bilmeden aramak. Kalın bir deri ve saydam bir kalp ister, çoğunluk aksinde ısrar ederken tersine yüzmek akarsuyun.

Uçlarda gezinmeden de varlığını tatmin kılabileceğine inanlar için bir de üçüncü durum vardır: İkisini aynı anda yapmak. Ama bu aynı akarsuyun yüzeyinde bir el hareketsiz kendini akıntıya bırakırken diğer elle terse yüzmek gibidir. Ne getireceği kestirilemeyen, zamansız ve belki de her iki seçenekten de aptalca gelebilir insana.

Ancak maddi dünyada da var olma çabasından sıyrılamamışsa insan ve özünü özlüyorsa eş zamanlı olarak, başka çaresi kalmaz. Yüzünü güneşin batışına rast getirdikçe başka insanlarla ortak kaderler yaşar; gün batımına sırtını döndüğünde ise yalnızlığına ağlar…

Denildiği gibi bir yolculuksa yaşam, ölmek ya da ölmemekten öteye geçer yaşamak. Sadece nefes alarak hayatta kalmak olamaz anlardan beklenen. Oysa hayatını kazanmanın parayla eş anlamlı anıldığı bir düzende, nefes almanın ilerisi çok … gelir insana.

Bu üç noktanın yerine geçecek kelimedir senin seçimini tanımlayacak olan.

 

Sessiz Rüya

Sessiz bir rüyada olmak gibi sana yazmak. Sesinin tınısını hayal etmek kelimelerde ve sana sarıldığım ana kaçmak her cümlenin sonunda…

O kadar çok gel-git yaşıyorum ki hayatımda… Hislerim, ilişkilerime bakışım, deneyimleme stilim; her şey değişiyor değişen ruh halimle. Özellikle olumsuz dönemlerde, beklentilerim ve kayıplarım canlanıyor kalbimde. Eski yaralar kanamaya başlıyorlar yeniden. Her insanın bir noktada kendini aradığını biliyorum ve huzurlu bir sığınak bulana dek fırtınada sürüklendiğini de. Yine de kendimi yapayalnız hissetmekten alıkoyamıyorum.

Mutsuzken daha bir katlanılmaz gelen yalnızlık hep en sıkıntı yüklü anlarımı seçiyor çıkagelmek için. Kimseyle konuşamaz, kimseye katlanamaz, kısıtlı bir azınlığın haricinde kimseyi sevemez oluyorum. Herkesin her zaman olağanüstü bir anlayışla benimsediğim sivrilikleri, katlanılması zor bir acıyla batmaya başlıyor. İşte o zaman evime kapatıyorum kendimi. Kimsenin canını yakmamak ve kendi canımı korumak için soyutluyorum varlığımı dünyevi alışkanlıklarımdan.

Anlayan pek çıkmıyor böyle zamanlarımı… Hissettirmeye mecbur olmadıklarım fark etmiyor bile yüreğimin sancıdığını. Düşününce aslında bu hislerimin bir tetikleyicisi olabileceğini görüyorum. Bir dostla tartışmak, sevdiklerimden birinden beklediğim ilgiyi ihtiyaç duyduğumda görememek, hayatımda olmasını istediğim ailemin belki de hiçbir zaman arzu ettiğim gibi yaşamımın vazgeçilmezi olmayacağını yeniden fark etmek… O zaman her daim kurduğum ve umutla gerçekleşmesini beklediğim hayal kulem bir anda yıkılıveriyor.

Hayal kurmanın besleyici olduğuna inanırım. Bazen hayallerin peşinden kaptırıp gidecek kadar çılgınca adımlar atarım. Kimisi karşılığını bulur, kimileri sadece başıma iş açar. Ama ben vazgeçmem duygularımı dorukta yaşatacak tutkularımdan. İşte bazen ne oluyorsa oluyor ve bedenim, ruhum pes ediyor. O zaman engin bir hayal kırıklığı okyanusunda yapayalnız kalıveriyorum.

Bir süre bununla savaşmam gerekiyor. Dalgalar yüzünden gücümü yitirsem de yeniden mücadele etmem ve kıyıya çıkamasam da onu görebileceğim yakınlığa gelmem… Oluyor sonunda. Kaç gün geçtiğini anlamadan bir anda kıyıya yaklaşmış buluyorum kendimi. Parlak ve sıcak kumlar cazip geliyor ama aklım hep fırtınamda…

Kıyıya çıkmayı da tam olarak istemiyorum aslında… Ayaklarımın yere bastığı derinlikte olmak yetiyor içimdeki çırpınışları dindirmeye. Belki de hazır değilim derinliklere. Yine de ahkam kesiyor, derinlere hazırlananlara yüzme öğretmeye yelteniyorum. Belki de bu anlamsızlıkta bulabildiğim tek anlam olduğundan diğerlerine adıyorum içimdeki boşluğu doldurma ihtiyacını.

Yazarken bir tek sen varsın aklımda. Yazdıklarımı okumaya kalkışmamam da hep bundan… İçim buruklaşıyor kelimelerde yokluğunu gördükçe. Hiç gelmeyeceksin biliyorum. Beklemek değil benim çaresizliğim. Ben çoktan kabul ettiğim bir yenilgiyi yenmeye uğraşıyorum…

 

Hangi Boyutta Aradığına Göre Değişir Tatmin Duygusu

Arayışların hiç bitmediği hayatlar yaşıyoruz. Bir şeyler arıyoruz, bir yerlerden arıyoruz, birilerinde arıyoruz. Beklentilerin listesi yaş ve deneyim ilerledikçe köreleceğine artıyor. Oysa yaşadıkça hayatın vereceğinden fazlasını asla sunmadığını öğrenmiş olmamız gerekmiyor mu? Elindekiyle yetinme felsefesi de buradan gelmiyor mu?

Ama biz insan denen varlıklar, bir türlü tatmin hissetmeyi başaramıyoruz. Belki anlık… Sonra kendimizi kandırıldığımıza inandırıp daha çok çalışmaya, daha çok istemeye ve daha çok talep etmeye başlıyoruz.

Bu ihtiyaca maddi boyuttan baktığınızda, elbette insan daha çoğunu elde edebiliyor ve eskiden sahip olamadığı pek çok ‘‘şey’’i zamanla yaşamına katabiliyor. Ama bahsettiğim bundan çok farklı bir boyut. Daha duygusal, zihinsel ve tinsel. Bu noktada kitleniyoruz her daim. Gençken çılgınca aşık, çocukken delice hevesli, bebekken ölesiye kollanmaya muhtaç olabiliyorken; yetişkinlikte attığımız her adımla yoğun hislerden biraz daha uzaklaşıyoruz.

Gözümüzü açtığımızda gün içinde yapılacaklar şekilleniyor önümüzde. Gün devam ederken istekler, beklentiler, başarısızlıklar, başarılı anlar bir bir diziliyor sıraya. Gece oluyor, uyumak zorunda olmanın ağırlığı çöküyor göz kapaklarımıza. Oysa eskiden böyle miydi? Anne ve babalarımızla az mı savaştık beş dakika dahalık izinler için? Çünkü o beş dakika beş asır gibi yaşanırdı o zamanlar. O yoğunlukta yaşandığında da kıymeti bir o kadar fazla olurdu. Şimdi ise beş dakika, sayamadan akıp geçen kısacık bir süreden ibaret…

Bunu dönüştürmek ne derece mümkün bilemiyorum. Herkesin ve tüm düzenin zamanın akışına kapılıp giderek, daha çok maddi kazanç elde etmeye odaklı olduğunu düşünürsek… Eskisi gibi doya doya, derinden hissederek yaşamak isteyen azınlığı zorlu bir yaşam mücadelesi bekliyor diyebiliriz. Belki de maddi ve manevi istekler arasında sıkışmış biri olarak bana öyle geliyordur. Hayatlarını maneviyata adamış insanların benim onları gördüğüm şekilde kendilerine baktıklarını sanmıyorum. Ben onlara bu düzenden kopmak zorunda kalmış, ancak inzivaya çekilerek çekirdek bir çevrede var olabilirler derken; onlar benim buzdağımın tepesinde bile görünmeyen bir gerçeği yaşıyor olabilirler.

Belki bir gün…

Saatleri ardı ardına devirdiğim günlerimden birinde durmayı başarabilirsem belki bir gün ben de farklı bir şekilde nefes almayı deneyebilirim. Planlamadan, ‘‘yogaya gitmeliyim, dinginleşmeliyim’’ cümlesini kurmadan, sadece o an içimden geldiği için… Olur da olursa, söz haber vereceğim.

Sonsuza Dek

Bizi küçüklüğümüzden beri o ebedi aşkın bir gün geleceğine inandırdılar. Hep o her an kaybetmekten korkarak doya doya seveceğimiz bir taneyi aradık. Kasıtlı olarak bizi asla incitmeyecek ama istem dışı canımızı yaktığında da ölümden beter acıtacak sevgiliyi…

O gün hiç gelmedi… Dudakların susuzluğu hiç dinmedi. Büyüdükçe bastırdık beklentilerimizi ve umudumuzu. Hayat öyle garip ki, aslında anlamı olmayan onca şeyi keyif alarak yaşayabiliyoruz. Belki de yaşamak zorunda olduğumuzdan.

Gerçekçi olarak gitme şansım olduğuna inanmıyorum. Kalacaksam da keyif almak en akıllıca seçenek gibi gözüküyor.

Bir filmde izlemiştim. Baş roldeki adam kadına diyordu ki: ‘‘Seninle geçecek hiçbir zaman dilim yeterli olamaz. Ama gel sonsuza dek ile başlayalım…’’ Bu cümleyi duyduktan sonra gerçek hayattaki sevgililerden duyduğumuz hangi cümle tatmin edebilir ki aşka aç yüreğimizi?

Belki de baştan hayal kırıklığına mahkum ediyoruz kendimizi. Olmayacak bir mükemmelin peşinden koşuyoruz… Bir işi yapacaksam, en doğru, en güzel, en verimli şekilde yani mükemmel yapmalıyım diyorsak; zaten baştan sonucu beğenmeyeceğimizi garantiliyoruz. Mükemmel imkansız…

İnsan hayatı daha anlık. Güzel anlar var, mükemmele yaklaşan dakikalar, belki de saliseler… Tek yapabileceğim o anları çoğaltabilen birini bulmak. Kavgalar, kırgınlıklar, küskünlükler, üzüntüler ve tatminsizlikler hep var olacak. Öyleyse ben, onlardan kaçmaya çalışmak yerine olanı var gücümle yaşayabilirim.

Her yeni gün bitmeyen bir mücadele zinciri sunuyor insana. Başarılı olduğumuz haberinin yanında hep bir de hata buluyoruz yaptıklarımızda. Gülünç anlar yaşanıyor. Sonradan hikayelere konu olan travmalar atlatılıyor. Dedikleri gibi ‘‘her şey insanlar için’’.

Kısacık bir an için de olsa, çocukluğumdan beri hayalini kurduğum o büyüyü yaşamak isterdim. Bu cümle bile öyle iç acıtıcı ki… Belki de yaşadım ve farkında bile değilim. Geriye dönüp bakınca, aklıma gelen bir kaç dakika var su yüzüne çıkan. Bunca yıllık ömrümde sadece bir kaç dakika…

Eskiden yıldızlara bakarak hayalini kurduğum, anlayacak kimseyi bulamadığımdan ağaçlara anlattığım ve rüyalarıma girsin diye uyumadan önce saatlerce beynimde döndürdüğüm birini gördüm geçen gün. İçim sımsıcak oldu… Ama o sadece gözlerime baktı, iki çift laf etti ve yanımdan gitti. O an yeniden fark ettim hayatta açlığını çektiğim her şeyin ve herkesin aslında beynimde ve kalbimde büyüttüğümden bu kadar değerli olduğunu…