İnanmak ve Sevmek

Birini sevmek ne demek? İnsan nasıl anlar birini gerçekten sevdiğini? Öyle çok yanılsaması var ki sevginin. İnsan ilgiyi, şefkati, alakayı, o anki içine girdiği tutkuyu, bir anlık öfkeyi, bir sürelik ihtiyacı sevgi sanabilir aslında. Peki tüm bunları sevgi olmaktan alıkoyan nedir? Sevgiyi ne sevgi yapar ki başka hiçbir şey onun yerini alamaz? Peki kimler sevebilir? Kimlere açıktır sevgi? Gözünü hırs bürümüş “varyemezler” de sevebilir mi mesela? Peki fakirler, şımarıklar, gözütoklar, gözü görmeyenler, kalbi duymayanlar, aşıklar, ahmaklar, yağmurda yürüyüp ıslananalar? Sevgi değerli birşey midir? Sahip olmak için çok emek, çok zaman, çok imkan, çok para sarf etmek gerekir mi? Peki serbest midir sevmek? Yani insan istediği, dilediği, sevdiği herşeyi sevebilir mi kimseye hesap vermeden?

Herşeyin bir listesini yapabiliyorken, sevdiklerimi neden sevdiğimi bir türlü somut maddelere dökememek sinir ediyor beni. Bilmek istiyorum, kimi, neyi, ne kadar ve niye bu kadar sevdiğimi. Ve bilmek istiyorum gerçekten ne kadar ve niye o kadar sevildiğimi…

Aslında konu bencil insan doğamla ilgili. Sevebildiğimi kanıtlamak istiyorum ki, sevilebildiğimin ve daha da sevilebileceğimin mümkün olduğunu bileyim. Çünkü biliyorum sevilmeden yeşeremeyeceğimi, çiçek veremeyeceğimi ve hayatımı sürdüremeyeceğimi…

İçinde “sevgi” barındıran bazı ibretlik hayatlar vardır. İnsanlar, senin, benim hayal bile edemeyeceğimiz şartlarda, hala birliktedirler ve hala sevgilidirler. İnsan inanamaz o iki kişinin bir arada kalabildiğine, gülebildiğine, inanabildiğine, sevebildiğine… Ben, inanmak istiyorum: O inanılası olmayanların, inanarak, severek, isteyerek bir arada kaldıklarına…

Kod adı “o”

Hep ne istediğimi bilmek isterdim. Başkaları benim adıma o kadar çok şekillendirdi ki gerçeklerimi, zamanla kurduğum hayalleri unutur oldum. Seçerken başkalarına sormaya alıştım, karar almayı unuttum, zevklerime ve kendime özgü tatlarıma yabancılaştım.

Sonra, uzaklara gittim. Orada kendime bir hayat kurmaya çabaladıkça, gördüm ki, içimde hiç tanımadığım, sesini bile ilk kez duymaya başladığım biri var. Hemen çıksın, konuşsun, coşsun, yaşamaya başlasın istedim. O kadar kolay olmadı. Öyle kırılgan, öyle tedirgindi ki… Zaman aldı açılması… Zaman aldı kendimle tanışmam. 

Şimdi, kendini bulmaya biraz daha yaklaşmış, hayatla samimiyetini arttırmış, güzelliklerden de çirkinliklerden de payına düşeni almış, sarsıldıkça köklerine daha bir tutunmuş biri duruyor karşınızda. Ama hep dedikleri gibi, bu bitmeyen bir yolculuk. Ve ben, yolculuğumun bu evresinde, uzun bir zamandır, neye kavuşmayı en çok dilediğimi düşünüyordum. Buldum… Ama o’nun, benim için, ne derece ulaşılabilir olduğunu kestiremiyorum.

Merak ediyorum… Acaba, o’nu kalbimin en ortasına yerleştirsem, tüm içtenliğimle o’nu dilesem, ne gerekiyorsa, elimden gelen ne varsa yapsam… Mümkün mü o’na kavuşmam? Yani matematiği nedir bu işin? Birşeyi çok istemenin ve çok çabalamanın, insanı o şeye ulaştırma olasılığı nedir?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum… Ama bildiğim bir şey, o’nu, bu belirsizliğin beni yıldırmasına izin vermeyecek kadar çok istediğim… Ve bildiğim diğer bir şey, isteğimin kuvvetinin herşeyden daha önemli olduğu. O’nu yeterince istersem… Kim bilir?..

Simyacı ve Ben

Hayallerim vardı benim, küçüklüğümden kalma… O kadar hırpalandılar ki, yaşayamadılar, bugünü göremediler. Yol boyunca kimlere feda ettim hangi birini, kim bilir. Tersten başladığım, bilerek ve isteyerek devrikleştirdiğim cümlelerim vardı benim. Kim bilir hangi eleştiriler aldı götürdü benden onları… Şimdi yenilerini yazıyorum. Yeni yeni kendimi buluyorum. Ruhuma iyi geliyor yazmak. Ben, yazarak, paylaşarak, severek, sevilmeyi umarak ruhuma iyi bakıyorum…  

Hallerim vardı benim, çeşit çeşit, renk renk, deli dolu, genç, dokunulmamış. Kime hediye ettiysem, geri alamıyorum.Yeni haller bulmam gerek. Yeni tanımlar, yeni tamlamalar, yeni renkler…

O kadar kaybettim ki eskileri, korkar oldum yenilerden. Olur da benimsersem ve sahiplenirsem, gelip alırlar diye çekindim elimi uzatmaktan yeni doğan günlere. Kabuğuma sığındım, kimseye seslenmedim, kimseyi içeri davet etmedim. Ama ne oldu? Yalnız kaldım. Yalnızlığımla başbaşa kaldım. Sonra erken daha diye düşündüm. Böyle geçmez hayat dedim. Perdemi araladığımda, çok az insan kalmıştı dışarıda beni bekleyen. Olsun, ben hazırım artık rafa kaldırılmış eskileri önüme serip, yeni kombinasyonlar yapmaya.

Biraz lider, biraz takipçi, azıcık taklitçi, bir de yenilikçi olmam gerek. Benim, acilen seni bulmam gerek. Sen her kimsen beni harekete geçirecek, olduğum yerden çıkarken elimi tutacak, gücüm bittiğinde depomu dolduracak, bir an evvel gelmen gerek.

Bana öyle geliyor ki simyacıya benzeyecek sonum. Aradığımı, çok uzun bir yolun sonunda, tam kan ter içinde kalmış, enerjim tükenmişken, burnumun ucuna yapışmış bulacağım. İçimden çıkacak beklediğim…

Gün gelse, soyutlar somut olsa…

Bir gün gelir ve senin bir dilek tutman istenir. Bu öyle bir dilektir ki, bir gün kabul olacaktır… Ve sen başlarsın düşünmeye. Bu hayatın neresini, nesini, ne pahasına, ne şekilde değiştirmek istediğine karar vermeye çalışırsın.

İşte o dileği bulanlar, kendilerini, zamanlarını, emeklerini, paralarını uğruna sarf etmek istedikleri şeyi bulmuş olanlardır. Kimi işinde bulur dileğini, kimi ailesinde, kimi sevgilisinde, kimi çocuğunda, kimi kendi içinde… Herkes o dileği arar aslında. Yıllarını, umutlarını, enerjilerini bunun için harcar, bunun için gözünü bile kırpmadan seriverir herşeyini kaderin ayaklarına.

Kadere ne kadar inandığımı, kader olduğu fikrinden ne kadar etkilendiğimi, kaderi ne kadar düşündüğümü bilemiyorum henüz. Ama bir noktadan sonra, herşeyi birbirine bağlamaya çalıştığımda, benim yapabilme kapasitemi aşan bir örgüyü gözlemlediğimde bir şeylerin benden habersizce hayatıma işlendiğini hissediyorum.

Bugün düşündüm de… Aslında oluruna bırakabilsek bazı şeyleri, bu kadar zorlamasak kendimizi, iteklemesek olasılıkları, belki de yerine oturacak tüm taşlar. Bence, dilek önemli. Dileğini bulmak ve dilemek… Diledikten sonra da gerçeklemesi için gerekenleri, gerektiğince, gerektiği zaman yapmak; ve gerekliliklerin arasında kaybolmadan, nefes almayı unutmadan, bazen de herşeyi oluruna bırakmanın gerektiğini hatırlamak…

Bütün kavgalar da bunu unuttuğumuzdan, oluruna bırakmayı hep pas geçtiğimizden, kontrol etmek için her yola başvuracak kadar gözü kör olabildiğimizden olmuyor mu aslında?

Hayatımdaki her duygunun, her kokunun, her anının, her nefesin, her günün, her hayalin, her gözle görülmez, elle tutulmaz ama var olduğu bilinir şeyin bir şekli olsa… Ve ben hepsini bir odanın içinde, ellerimle inşa ettiğim raflara dizebilsem; sonra da dönüp, biraz uzaklaşıp, hepsini inceleyebilsem…

İnsan bazen kayboluyor inanıp inanmadığını, gözüyle görmeden, eliyle tutmadan bilemediklerinin arasında. Keşke herşeyi somutlaştırmanın bir yolu olsa. Soyut dünyayı somut “gerçek”lere her zaman tercih etmiş biri olarak, bunu söylemek çok garip gelse de, bazen dokunma duyusunu kullanmak istiyor insan; sahip çıktığı değerlere dokunmak, onları ellemek, daha somuta dair bir algıyla hissetmek istiyor. “Gerçek” deyip geçmeden emin olmak istiyor peşinden gittiklerinin sadece kendi içinde yarattığı şeyler olmadığından…

Ben, herşeyi somutlaştırmayı dilerdim. O zaman, sevdiklerime sevgimi cam bir kavanozda sunabilir, sevenlerden sevgi toplayabilir, ihtiyaç duyduğumda desteği bir buket çiçek gibi vazomda saklayıp, izleyebilir, hoşlanmadığım duygularımın hepsini tabuta hapsedip, toprağın dibine gömebilirdim. Acaba o zaman nasıl olurdu hayatım?

Mart kapımı çaldığında…

İnsan bu hayatta neyi istediğini en iyi hayallerde buluyor. Gözlerini yumup, o an olmak istediğin yeri, yanında görmek istediğin insanları, kalbini durduracak heyecanı sana yaşatacak şeyi hayal ettiğinde, anlıyorsun aslında nerede, nasıl bir insan olarak bulunmak istediğini.

Çok uzun bir zamandır, denizin ortasında sallanan, geceleri deniz tutsa da aldırış etmemeye çalışan, teknesine sahip çıkmak isteyen, ama fırtınalarda çekeceği bir liman bulmayı başaramamış bir kaptandım. Son bir hayal, beni kendime getirmeye başladı.

Aradığım limanı, aradığımı sanıyordum… Oysa anladım ki insan en kolay ve en çok kendini kandırıyor bu hayatta. Şimdi, bulutların dağılmaya başladığı, açık bir gökyüzüne kavuştuğum bu günlerde, daha bir hevesliyim limanımı bulmaya.

Belki de sonunun ne olacağını çok fazla düşündüğümden bunca zamandır sallantıdaydım…

Bu gece anladım ki, gerçek sandıklarımızın gerçekle hiçbir ilgisi olmayabilir, hayalden öteye geçemez sandıklarımız ise sandığımızdan çok daha yakın olabilirler gerçeğe.

Bence önemli olan, çok uzun uzadıya tasarlamaya çalışmadan hayatı, kendini, kendini kendin gibi hissettiğin anlara bırakabilmek. Ve kısa vadeli planlarını en iyi şekilde gerçekleştirmeye çalışmak. Zaten tüm sıkıntı uzun vadeli planlamalar yapmaya çalıştığımızda ortaya çıkıyor. Hayat bu! Ne zaman ne olacağı, nelerin ne şekil alacağı o kadar belirsiz ki… Kendini 10 yıllık bir planın kalıbına sığdırmaya çalışmak, derede akıntıya ters yüzmeyi denemekten farksız.

O zaman bugün beni ne mutlu ediyorsa, bu yıl sonunda, 2010’u 2011’e bağlayacak gecede durup düşündüğümde, neyi yapmış olmak beni tatmin edecekse, ben bu sene onun peşinden koşmalıyım. Ve yorulduğumda dinlenmeli, sıkıldığımda eğlenmeli, arkadaşlarımı gözümün önünden ayırmamalı, ailemle bolca zaman geçirmeli, daha çok gülmeli, daha az kasılmalı, daha ben olmalı, daha sağlıklı yaşamalı, ve en önemlisi, kendimi daha fazla önemsemeliyim.

İşte geç kalmış bir yeni yıl çözümlemesi…

Hayat Dediğin Nedir? Hamurdan heykel…

Neresinden tutarsan tut bir baskı yapıyor elin, ve hamurdan heykel, bu hayat, bükülüveriyor bir yöne doğru.

Kimileri hiç değdirmeden ellerini bu heykele, yılları tüketiyorlar. Sonra dönüp yapamadıklarına bakıp, iç çekip, kendilerini, hayattan hatırı sayılır bir pay alamamış olsalar da, en azından zarar da görmediler diye avutuyorlar.

Anneler babalar kızar hep çocuklarına, illa deneyerek öğrenmek istiyorlar diye… Oysa en güzel öğretmendir yaşayarak tecrübe etmek. İyice kazınır insanın aklına hatalar da doğrular da. Kendin elde etmiş olursun iflasları da zaferleri de. En azından senindir hataların; kimseden hesap sormak, kimseye hesap vermek zorunda kalmazsın. Ve sadece sana aittir başardıkların, emeğinle elde ettiklerin, topladığın övgüler. Hepsini doyasıya sahiplenip, doyasıya kucaklayabilirsin.

Hayatı, hamuruna dokunmadan şekillendiremezsin. Şekil ne hal alırsa alsın, güzel ya da ürkütücü, sana ait olabilmesi için, seni temsil edebilmesi için ve senin ona baktığında kendini görebilmen için, elini kile bulaman gerekir.

İnsanın bu süreçteki en büyük düşmanı “acaba”lardır. Acaba hamurumu ne şekle sokmak istediğimi bulabilecek miyim? Acaba hamuruma istediğim şekli verebilecek miyim? Acaba bu hamuru benden güzel şekillendiren var mı? Sanki karşımdakinin heykeli daha bir heybetli olmuş… Acaba benim heykelim çok mu sıradan oldu?

Elimizdeki her ne ise, onu mutlaka daha aşağı, daha basit, daha anlamsız görürüz başkalarınınkinden. İnsanın en yorucu özelliği kendi yaptığını, seçtiğini, oynadığını, istediğini sandığını, peşinden koşup elde ettiğini, merakla bekleyip sonunda kavuştuğunu bir türlü beğenememesidir. Herşey ve herkes uzaktan mükemmele çok daha yakın görünür.

Üstelik, insanların taktıkları o tüylü, rengarenk maskeler daha da pekiştirir bu serap görme durumunu. Oynadıkça, oynandıkça, herkesi, herşeyi olduğundan farklı zanneder dururuz…

Hep merak etmişimdir, söz konusu olan insanken, dıştakiyle içtekinin neden bu kadar farklı olduğunu… Meğer insan kendini eksik gördüğü içinmiş tüm bu oyunlar, olduğundan farklı görünme çabaları ve takılan maskeler. İnsan kendini kendi gördüğü gibi değil, kendini görmek istediği gibi yansıtırmış dışarıya ki herkes onu, olmak istediği gibi olmuş sansın…

Ben öyle değil miyim? Tabi ki öyleyim. Ben de herkes kadar oynuyorum mutluluk, huzurluluk, sevgililik, amaçlılık oyunlarını. İşin acı yanı da bu ya zaten… Hiç istemiyorum aslında bu oyunda rol almak. Hiç sevmiyorum bu sahneyi… Ama arasıra yapılan şaşırtıcı itirafların, üzgünken üzgün olduğumu belli etmelerin, bir derdim varsa dilim döndüğünce söylemenin ötesine geçemiyor henüz bu rolden çıkma çabalarım.

Merak ediyorum, maskelerin bilinçli ve istekli bir biçimde çıkarıldığı bir yer var mı bu dünyada?

Bedenim hayat denklemimin neresinde?

İçimden taşıyor kelimeler… Öyle dolmuşum ki hayatın boşluğunun içinde, dur durak bilmiyor parmaklarım. Hem düşünmek istiyorum birazdan yazacaklarım üzerine, hem de durma, kükre diyor kalbim. Hayat aşkı bildiğin aşklar gibi… Hayatsızlık, bildiğin aşk yarası… Kanıyor durmadan. Kim olduğuma, ne yöne doğru serpilip açılacağıma karar vermeden dinmeyecek sızısı.

Korkmuyor değilim elbet. İçim kıpır kıpır… Hem olumlu hem olumsuz binlerce tilki dolanıyor beynimde. Suyun yüzeyine çıkmak için çırpınıyorum derinlerinde hayatın. Sanki yaklaştım gibi… Tesadüf dediğimiz tanışmalar, karşılaşmalar, konuşmalar bir şekilde, bir şeyleri hareketlendiriyor içimde. Aklım yandaşım, ruhum sırdaşım, kalbim en kibar dostum. Tek uzlaşamadığım bedenim… Bir türlü ikna edemiyorum onu kalkıp yol almaya. İzini bıraktığı her yerde yılları geçsin istiyor. Korkuyor herhalde yeni yerlerden, yeni yüzlerden, yeni hareketlerden. Sınırları o kadar belli ki… Beni kısıtlıyor durmadan. Aşağı çekiyor öz güvenimi. Beynime, yapamazsın uğraşma deyip duruyor… Ruhumu kafese sokuyor, kalbimi bir et parçası olduğuna ikna etmeye çalışıyor.

Bugüne kadar hep soyutladım bedenimi. Hep ondan başka olduğuma, aslında onun benim bir parçam olmadığına ikna ettim kendimi. Yıllarım geçti böyle… Başardım da hedeflediklerimi. Ama artık yetmiyor bedensizlik. Azaltıyor beni o parçama sahip çıkamamak.

Çok uzun bir yolun, en başında, çoktan yorulmuş buluyorum kendimi. Daha karar bile alamamışken, pes etmeye yelteniyorum. Aslında hiç istemiyorum geleceğimden vazgeçmeyi. Büyük işler başarmak, hatırı sayılır adımlar atmak, yaptıklarımla örnek olmak, anlattığımda başkalarını etkileyecek deneyimler edinmek istiyorum.

Sonunda silinecek olsam da, bu yoldan vazgeçmek istemiyorum. Bu yaşama isteği olsa gerek… Hani şu kolay kolay bulunmayan, deştikçe silikleşen, üzerinde durmassan seni kaplama gücünü içinde barındıran enerji. Kana kana içmek istiyorum onu. Önce küçük bir yudum, sonra bir yudum daha, ve derken koca bir kepçe…

Doymadan, doyamadan, devamlı uçmak istiyorum!

Bir de ne yöne doğru kanat çırpacağımı bilsem…

Gitsen de, gitmek değil aslında istediğin… Gidişin kalamayışından…

Hayatın en büyük ikilemi: Kalmak ya da gitmek… İnsan bu seçimi her konuda, her yol ayrımında yapmak zorunda kalıyor. Benim merak ettiğim, gitmeyi seçtiğimiz seferlerden hangilerinde gerçekten istedik gitmeyi?

Tahminim, çoğu zaman kalamadığımızdan gittiğimiz… Kalamamamız ise ait olduğumuz yeri kestiremediğimizden…

İnsan köklerini salamadı mı hayata, ne ilişkileri, ne işleri, ne kalışları olabiliyor. Peki, kök salmak ne demek? İlla birine, bir işe, bir yere, bir eve, bir aileye bağlanmak mı?

Hayatta ait olduğun yeri bulmak ne zormuş. İnsan çabalayıp duruyor ama bir türlü seçemiyor durmak istediği noktayı. Nedense, yol alırken daha bir eğleniyoruz. Hareket oluyor, ses çıkıyor, birileriyle karşılaşıyoruz, zaman geçiyor. Ama durulma isteği kıpraşmaya başladıkça insanın içinde, çıkılmaz bir hal alıyor bu yerini bulamama girdabı…

Sevdiğim biri diyor ki, en kötüsü olduğun yerde çakılıp kalmak. Doğru diyor. Sıradanlaştırıyor insanı bir yere gidememek, bir yöne sahip olamamak… Ama benim anlamadığım hem durup, kök salmak, hem de durmamak nasıl olacak aynı anda?

Çok soru var aslında kafamı karıştıran… Ama zamanla hepsine cevap bulabilmeyi umuyorum. Sanırım, beklemek fayda etmiyor ve durduğun yerden yönetilmiyor hayat.

İnsan hep bir şey katmalı kendine. Durduğu yer sabitlense bile, çalıştırmalı beynini, bedenini, ruhunu… Hep tırnaklarını geçirmeli hayata. O an, o dakika, o ortamdan, o insandan, o ilişkiden, o sevgiden, o nefretten, o tattan ne anlıyorsa, ne alabiliyorsa, ne istiyorsa sonuna kadar almalı…

Hayat, hayata geldiğimiz için yaşanmalı… Hayat, istediğimiz için iyi yaşanmalı… Hayat, sadece keyifli olsun diye bol bol karmaşıklaştırılmalı…