Size güvenebilir miyim?

O kadar istiyorum ki insanlara koşulsuz şartsız güvenebilmeyi… Ama her kabuğuma çekilip onlara uzaktan baktığımda bunun ne kadar imkansız olduğunu görüyorum…

Acaba neden insanlar güven duygusundan bu kadar uzaklaştılar? Ve ne ara insanlar bu kadar birbirini umursamaz oldular?

İnsanlığa küsmemek ve geceleri rahat uyuyabilmek için bu güven meselesine kendimce bir netlik, bir açıklama getirmem gerekiyordu… Ben de açtım bilgisayarımı, yumdum gözümü…

Düşündüm durdum… Kalp kırgınlıklarımı rafa kaldırıp, kendimi, sevdiklerimi, güvendiklerimi düşündüm… Ve anladım ki güvenmek, öyle siyah ve beyaz kadar kolay karar verilecek bir mesele değil…

Peki, nasıl karar verirsin birine çok güvendiğine? Sonuna kadar güvendiğine?

Zamanla… Deneyerek… Yanılarak ya da haklı çıkarak… Elersin insanları… Ya da hayatına biraz daha alırsın gün geçtikçe… Önce tanıdık olurlar, sonra ahbap, sonra arkadaş ve şanslıysan dost…

Güven de aynı şekilde derecelerle ilerler. Yani bir ilişkide güven ya vardır ya yoktur denemez bence… İlişkinin doğasına göre, yapısına göre güvenirsin karşındakine… Her güvendiğine canını teslim etmezsin örneğin… Ama her canımı teslim etmem dediğine de güvenmediğini söyleyemezsin…

Yani içimde bir yerlerde kalmış, insanlık adına kayıtlı, küçük bir inanç kırıntısı buldum sonunda ve güvene olan güvenimi henüz yitirmemeye karar verdim.

Bu devir ne devri?

O kadar çok soru var ki aslında sorulması gereken… Neresinden tutarsam tutayım bitmiyor. Nefes alamadığım günler oluyor. Hani içi daralır ya insanın… Kocaman açarsın ağzını, bütün dünyanın oksijenini içine çekmek istercesine… Öyle dolmuşsundur ki, ne yöne baksan duvar görürsün. Bir aralık, bir ışık tutamı arar durur gözlerin…

Limanlar ararsın kendine. Sığınmak, korunmayı istemek içgüdüseldir insanoğlunda. Ama vardığın limanın güvenilir olduğunu, yelkenlerini indirdiğinde baskına uğramayacağını nasıl bilebilirsin ki?

“Bu devirde…” derdi büyükler hep. Büyüdükçe hak verir oldum onlara. İnsanlar yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla öyle şaşırtır oldu ki beni. Altın kafesime girip, şikayet etmeyeceğim neredeyse…

Hep düşünürdüm… Hayata neden geldik diye… İnsanoğlunun bu dünyada yaşadığı 100 yıl, evrende 1 dakikaya eşitse, ne kadar anlamlı geçebilir bu 60 saniye? Belki daha da azı…

Hiç konuşmayız ölümden. Terkedilmiş bir bataklık gibidir bu konu… Kimse sevmez cenazeleri, ölü evlerini, ölüm muhabbetlerini. Ama doğum kadar gerçek değil mi ölüm de? Ve ucunda ölüm olan bir hayatı nasıl anlamlı kılabiliriz?

Çok çalışabilir mesela insan. Kendini, gelecek nesiller için yararlı birşeyler yaptığına ikna edebilir… Ya da çok gezip, çok eğlenebilir. Ve “ben en azından mutlu bir dakika geçirdim” diyebilir. Aile kurabilir, kariyer yapabilir, insanları mutlu edip dini inancına göre “öbür dünya”ya yatırım yaptığına inanabilir insan… Hangisi ne kadar gerçek, meraktayım…

Depresiflikten değil aslında yazdıklarım… Farkındalıktan gelen şeyler… Farkına vardıkça yaşar insan. Her dakikanın öneminin altını çizebilir o zaman. Yoksa öyle hızla akıp gider ki zaman, anlamsızlığının içine düşmemek imkansızlaşır.

En iyisi bir ucundan tutmak ve hiç bırakmama niyetiyle sımsıkı kavramak hayatı…

Devrildim, devrileceğim… Bol köpüklü bir Türk kahvesi ne iyi giderdi… İçsem, ayılsam, tepetaklak yuvarlanmaktan kurtulsam…

Uyukusuz Geçen Geceler

 Bazı geceler ne yaparsam yapayım uykuya dalamıyorum… Oturup, saatlerce yaptığım hatalara, atmak isteyip atamadığım adımlara, hayatımda amaç edindiklerime, aklıma gelip sinirimi bozan anlara kafa yoruyorum…

Sonra kendime kızıp, rahat insanlara imreniyorum. Hani bazıları vardır, içi hep rahattir, takmaz, irdelemez, mutlu mesut yaşar gider. Benim gibilerse durmadan düşünür, kendini yer bitirirler…

Peki bizim de arada bir de olsa içimizi rahat ettirmemizin bir yolu yok mu? Şu yorucu huyumuzdan bir süreliğine uzaklaşıp, bir tatile çıkabilsek…

En çokta geçmişi takıntı haline getirmek yoruyor beni. Hadi geleceği hala biçimlendirme şansım var, bugünü de yonttum diyelim, geçmişimi ne yapacağım?

Artık kendimi affedip, hatalarımı sineye çekip, bir mola alsam diyorum… Sonuçta yaptığım iyi şeyler de var elbette. Ve malesef suçluluk duygum ağır bastıkça bunlar boşa harcanıyor. Oysa olayların olumlu yönlerine odaklanıp, kendimi sıkmasam, aslında mutlu bile olabilirim.

Herhalde insanın mutluluğu hissetmesi, kendine ne derece izin verdiği ve bunu ne kadar istediği ile doğru orantılı. Gerçekten, yürekten bu işe baş koysam, kendimle barışsam ve daha çok yoga yapsam, ben de huzurlu, diğer bir deyişle içi rahat bir insan olabilirim…

Bir de bu uyku tutmayan gecelerin sabahlarına bir çözüm bulmam gerek… Her sabahı neşeli bir “günaydın”la kucaklayabilsem… Yataktan dışarı adımımı atarken “of” yerine “oh” çekebilsem… Herşey çok farklı görünürdü gözüme.

En iyisi deneme yanılma yöntemiyle bunu yarın sabahtan başlayarak hayata geçirmek…

Madem yeni yılda yeni bir başlangıç yapmaya niyetleniyoruz, bunu da listeye katsak hiç fena olmaz… Ne dersiniz?

Derine indikçe uzar gider muhabbet…

Kaybettiğim bir şey var sanki… İçimde, kapanmayan bir boşluk… Ne olduğunu ne gündüz ne de gece çözemediğim bir bilmece… Hayata dair belki de aradığım… Ya da kendimle ilgili… Bir baykuşun uğultusu kadar cezbedici ve yavru bir kedinin sırnaşması kadar masum… Nereden alıntı yaptığımı anlamadan şekillendirdiğim bir hayat var elimde. Ne kadarını benim, ne kadarını başkalarının çizdiğini bilmediğim bir tablo… Düşündükçe daha da düşünür olduğum ama bir türlü tarifini bulamadığım bir tat…

Kimimiz çok derinlere açılmadan, sığ tarafından bir dalar çıkarız denize. Kimimiz büyük bir tutkuyla ve önüne geçemediğimiz bir merakla açılır da açılırız derinlere… Her çarpan dalgada daha da şahlanır, hızlanır, alamayız kendimizi açık denizlerin büyüsünden. Hangisindedir keramet ben de bilemiyorum. Ve, hala güvendeyken, ortalarda yüzüp geri dönmek mümkün müdür?

Korkuyorum bazen daldığım derinliklerden. Öyle bir yalnızlık ki getirisi bu açılmanın… Kimseyi göremiyorum yüzdükçe ve sahil iyice çıkıyor görüş alanımdan. İşte o noktada merak ediyorum, yanıma botuyla yanaşıp, can simidi atacak bir dost var mıdır? Biri benimle dalıp, benimle çıkar mı su yüzüne? Ve vurgun yemeden yeniden nefes alabilir mi ciğerlerimiz?

En kötüsü, o derinliklere daldığım anlarda birinin bana sahilden seslenmesi… Öyle çekilmez, öyle yapay görünüyor ki o zaman dünya gözüme… Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırıyorum. En çokta ne hissedeceğimi bilemez oluyorum. Hem yaşamakla yükümlü olduğum, az da olsa keyif alarak içine girdiğim bir hayat var, hem de içimde yaşattığım, büyük keyif alarak hayallerime soktuğum bir hayat… İkisi arasında gidip gelen ruhum mu, kalbim mi, yoksa aklım mı bilemiyorum. Ama üçünün de nerede daha mutlu olduğunu fark ettikçe kaçınılmaz sona doğru ilerlediğimi hissediyorum.

Keşke bir fenere rastlasam… Ona doğru yüzsem ve benden önce oraya varmış ve benden sonra varacak olan birkaç kişiyle karşılaşsam. Belki o zaman kana kana içerdim o keyiften ve sonra usulca dönerdim kıyıya…

Yalnızlık yaşaması en zor durumlardan biri… Paylaşmadan dayanamıyor insan keşfettiklerine. Ve sözüm benim gibi derinlere çılgınca bağlananlara: Elbet bir gün vururuz kıyıya, diğerlerinin arasına…

Kar ve Kediler

Kar siliyor tüm siyahlıkları, çamurları, izleri…

Herşeyi bembeyaz, tertemiz yapıyor.

Gözlerimi yumup, kendimi sokaklara atsam, acaba içimdeki karanlıkları da çevirir mi pamuk beyazına?

Bugün sokakta üç iran kedisi bulduk. Veterinerde misafirler ve onlara ev arıyoruz.

İyi ki kara yakalanmadılar.

Keşke dünyadaki tüm yardıma muhtaçlar sıyrılıp kurtulabilse onları bekleyen felaketlerden.

İnsan dediğin varlığın yüreği tertemiz, kar gibi de olabiliyor… O kedileri sokağa atanların ki gibi hain, kapkara, çamur gibi de…

Keşke bu kar yürekleri de kaplasa ve herkese biraz saflık katsa…

Bir Anlasam Beni Neden Anlamadığını…

Bazen bir bebek olsam diyorum, dünyadan habersiz, herşeyi annesi, babası, yemeği, uykusu, oyunu… Ya da çok seven bir evin kedisi olsam, bir dediğim iki edilmese, taransam, sevilsem, karşılıksız doyurulsam, uyutulsam, sıcacık otursam köşemde… Kimse benden bir şey beklemese…

Biz insanlar neden böyleyiz anlayamıyorum. Herkesin, herşeye dair bir fikri ve bir beklentisi var. Ve sen, onların beklediği doğrultuda hareket etmediğinde sevilmeyen kişi oluveriyorsun.

Herkes diğerlerini kendine benzetmeye uğraşıyor. Kendi kuralları tek sayılsın, kendi yolu benimsensin ve kendi dediği yapılsın istiyor. Arada bir,içtenlikle, “Bana fark etmez.” diyenler çıkıyor. Ama fark yaratamayacak kadar az… Çoğu  insan “benci”, ve “onlarcı” değilsen, ne arkadaş olabiliyorsun, ne çevrelerinde barınabiliyorsun, ne de seviliyorsun.

Bazen düşünüyorum, ben hangisiyim? Ve eğer “benci”lerdensem, kendime benzeyen birini bulduğumda ne kadar severim? Ya da başka bir deyişle, arkadaşım olacak kişinin bana ne kadar benzemesini isterim?

Bence yakın olmak için ya da en basitinden anlaşmak için, temel konularda benzeşmek gerekiyor. Peki, bu ne derece mümkün? Herkes farklı aile yapılarından, farklı eğitim sistemlerinden, farklı kişiliklere dönüşen gen haritalarından geliyorsa, benim bana temelde benzeyen birini bulma olasılığım nedir?

İşte bu noktada vurgulamak istediğim asıl konuya geliyoruz. Anlayış… Ne demek olduğunu neredeyse unutmaya başladığımız bu günlerde, hatırlamak zorunda olduğumuz en temel kavram.

Belki temel noktalarda kesişmek mümkün ama ayrıldığımız birçok nokta, fikir, konu olacağı da kesin. Dolayısyıyla anlayış göstermeden anlaşmak, dost olmak, paylaşmak imkansız.

Aslında anlayış o kadar da zor var edilen bir şey olmamalı hayatımızda. Farklılıklara bu kadar kapalı olmak yerine farklılıklara hayranlık ve saygı duyabilmeliyiz. Keşke realitede de, birçoğumuzun idealinde var olan anlayış okyanusunun bir damlasına kavuşabilsek… Belki o zaman diner susuzluğumuz bu kurak günlerde…