O kadar çok soru var ki aslında sorulması gereken… Neresinden tutarsam tutayım bitmiyor. Nefes alamadığım günler oluyor. Hani içi daralır ya insanın… Kocaman açarsın ağzını, bütün dünyanın oksijenini içine çekmek istercesine… Öyle dolmuşsundur ki, ne yöne baksan duvar görürsün. Bir aralık, bir ışık tutamı arar durur gözlerin…
Limanlar ararsın kendine. Sığınmak, korunmayı istemek içgüdüseldir insanoğlunda. Ama vardığın limanın güvenilir olduğunu, yelkenlerini indirdiğinde baskına uğramayacağını nasıl bilebilirsin ki?
“Bu devirde…” derdi büyükler hep. Büyüdükçe hak verir oldum onlara. İnsanlar yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla öyle şaşırtır oldu ki beni. Altın kafesime girip, şikayet etmeyeceğim neredeyse…
Hep düşünürdüm… Hayata neden geldik diye… İnsanoğlunun bu dünyada yaşadığı 100 yıl, evrende 1 dakikaya eşitse, ne kadar anlamlı geçebilir bu 60 saniye? Belki daha da azı…
Hiç konuşmayız ölümden. Terkedilmiş bir bataklık gibidir bu konu… Kimse sevmez cenazeleri, ölü evlerini, ölüm muhabbetlerini. Ama doğum kadar gerçek değil mi ölüm de? Ve ucunda ölüm olan bir hayatı nasıl anlamlı kılabiliriz?
Çok çalışabilir mesela insan. Kendini, gelecek nesiller için yararlı birşeyler yaptığına ikna edebilir… Ya da çok gezip, çok eğlenebilir. Ve “ben en azından mutlu bir dakika geçirdim” diyebilir. Aile kurabilir, kariyer yapabilir, insanları mutlu edip dini inancına göre “öbür dünya”ya yatırım yaptığına inanabilir insan… Hangisi ne kadar gerçek, meraktayım…
Depresiflikten değil aslında yazdıklarım… Farkındalıktan gelen şeyler… Farkına vardıkça yaşar insan. Her dakikanın öneminin altını çizebilir o zaman. Yoksa öyle hızla akıp gider ki zaman, anlamsızlığının içine düşmemek imkansızlaşır.
En iyisi bir ucundan tutmak ve hiç bırakmama niyetiyle sımsıkı kavramak hayatı…
Devrildim, devrileceğim… Bol köpüklü bir Türk kahvesi ne iyi giderdi… İçsem, ayılsam, tepetaklak yuvarlanmaktan kurtulsam…