Mutluluğumu kaybettim… Bu dağınıklıkta, ne zaman, nereye koymuştum, unuttum. Böyle hissederim hep hava bulutlandığında. Sonra güneş çıkar, yüzüm gülümser yeniden. Bir bakarım kar toplamış güneş. Elinde bembeyaz bir küme, saçıyor bana doğru hırçınca. Hava soğur sonra. Bir ürperirim, bir keyiflenirim, çünkü her ürperti içinde olduğum anı hatırlatır bana.
Kolayca kopup gidemediğimden midir nedir, bırakamam geçmişin peşini. Her kar tanesiyle, eski günlerin canlanışını izlerim hayalimde. Ufka çeviririm gözlerimi, boş bir alan ararım. Sonra gizlice saklarım hislerimi o alanda bulduğum kayaların altına. Bir bir toplamak üzere gelecekte, emanet ederim zamana yaşadıklarımı…
Hisler kayboldukça, basitleşir içinde olduğum an. Sanki her dakika, her saat, her gün bir diğerine benzer. Anlam veremediğimi zannederim bu farklılaşamamaya. Oysa, içimde, derinlerde bilirim bunun yolda bıraktığım duygularımın eksikliğinden olduğunu.
Kendini keşfetmenin, boynumuzun borcu olduğunu söylüyor Elif Şafak. Haklı. Ama ne borç… Yoruluyor insan. Dönemsel duygusuzluklarla dinlenmek istiyor. Ama sonunda gelinen nokta hep aynı. Bir kere keşfin tadına vardı mı insan, asla vazgeçemiyor bu hazdan. Açılan yaralarını elleriyle sarıyor, haritasını bulamadığı yöreleri karış karış sabırla keşfediyor ve anlıyor zamanla neyi, neden, nasıl yaptığını… İşte o an boşlukta asılı kalmış birkaç soru işareti daha cümlesiyle tanışıyor. Ve insan özgürlüğe bir milim hatta bir santim daha yaklaştığını hissediyor.
Belki diyor, yapmak istediklerime doğru yol alabilirim artık. Beni ilerlemekten alıkoyan geçmişe takılı kalmış iplerimden birini daha koparabildiysem şu an, bir adım daha yakınım olduğum yere. Anı yaşamak arzusuyla tasarlanan her güzel oyunun sonunda olduğu gibi, bulutların geçmesiyle güneşi selamlıyor insan ve başlıyor toplamaya kar tanelerini.