Zaman zaman düşünürüm…

Bir gün, beklemediğin bir anda, çıkıp gelecek. Tanıyamayacaksın ilk başta. Şaşıracaksın belki de onu gördüğüne. Zaman öyle işlemiş olacak ki alnındaki çizgilere, sen bile onun değiştiğini idrak edeceksin. Herşey gibi, bu da geçti diyecek sana. Bir tebessümünde canlanacak geçmişin. Apayrı yönlere savrulduk ama yine karşılaştık bir noktada diyecek gözleri. Ve sen, anlayacaksın zamanın nankörlüğünü.

Ne gariptir değil mi yıllar sonra karşılaşmak? Bir zamanlar en canımız olan kişiyle, bambaşka bir yerde, bambaşka koşullarda merhabalaşmak? Nasıl şaşırırız? Nasıl hiç yoktan var ederiz onun aklından geçebilecek yorumları? Aslında ne basit bir andır o binlerce hisle karmaşıklaştırdığımız. Ve ne çabuk geçiverir…

Yine döneriz günlük koşuşturmacalara. Yeniden “hiç kimse” oluverir o “biri”. Ve biz, hiç birşey olmamışçasına devam ederiz hayata…

İnsan nasıl oluyorda zihninden silebiliyor hatırlamak istemediklerini? Nasıl bilinçli bir şekilde bilinçsizleştiriyor kendini?

Bazense takılıp kalıyor aklımız en olmadık şeylere. Öyle çok tekrarlıyoruz ki o senaryoyu aklımızda, hiç silinmemecesine kazınıyor hafızamıza… Hatta yeni detaylar ekleniyor hikayemize. İnsan beyni boşlukları doldurmaya çok meraklı. İlla eksik kalanı tamamlıyor.

Peki beynimizin üzerinde hiç mi hakimiyetimiz yok? Var tabi… Olmaz mı?! İnsan isterse kendini öyle güzel şartlandırabiliyor ki… Bazen yapmak istemediklerimizi yapmaya, bazen görmek istemediklerimizi unutmaya, ve çoğu zaman hissetmek istemediklerimizi silmeye…

Ne çok insan tanıdım. Canı yanmış, ama öyle böyle değil, çok yıpranmış… Tövbe etmiş sevmeye, sevilmeye, aşka… Küsmüş bir nevi…

Hiç kolay değil ama… Hayata sırtını dönmek, değer verdiklerini geride bırakmak ve donuklaşmak.

Bence çabalamak gerek. Canın acıdığında üstüne gitmek… Vazgeçmemek… Zor olsa da yeniden sevmek ve aşık olmak… Hele aşka hiç sırtını dönmemeli insan. Karşısına çıkan fırsatları değerlendirmeli…

Ne dersiniz?

Bir pazartesi klasiği…

Herşeyin bir zamanı ve bir yeri var… Her adetimiz, alışkanlığımız, zevkimiz, ancak doğru zaman ve mekan sağlandığında bir anlam ifade edebiliyor. Öyleyse hayatın tek düzeliğinden neden şikayetçiyiz?

Bence insanların beklediği en büyük ödül hayatını anlamlı geçirebilmek. Peki bu ne derece mümkün? Hayatımızın taşlarını yerine oturttuğumuzu hissetmemiz için illa Angelina Jolie gibi hem koca bir aile kurup, hem başarılı bir kariyer sahibi olup, hem de dünyayı kurtarmaya kendimizi adamamız mı gerekiyor? Sadece küçük çevremiz içinde kalıp, büyük hedefler ve büyük sevinçler peşinde koşmadan da tatmin olamaz mıyız?

Bazen kafam duruyor. Düşünemez oluyorum. Aslında öyle çok istiyorum ki durmadan bir şeyler üretmeyi… Ama tıkanıyorum bazen. Yazı bile yazamıyorum… Peki bu “çok başarılı” insanlar hiç mi duraksamıyorlar?

İnsan pili bitince nasıl yeniden şarj olur? Dinlenmeye kalksam, işler kafamı kurcalıyor. İşlere dalsam, kendimi unutuyorum. Kendimle ilgilensem, sevdiklerime zaman ayıramıyorum. Sevdiklerimle vakit geçirsem, yapmak istediklerim eksik kalıyor… Ve tıkanıyorum. Hayatımda hem gürültü istemiyorum, hem de büyük patlamalar bekliyorum… Peki ben şu kısa hayattan ne istediğime nasıl karar vereceğim? Ve daha da önemlisi elimde olmayan şartları nasıl lehime çevirip kafama eseni yapacağım?

Bir de, gün içerisinde değişen ruh halim var uğraşmam gereken… Bir mutlu, bir mutsuz… İnsan nasıl dengeler hislerini?

Aslında mümkün… Kendimi depresif hissettiğim zamanlarda, kendime bu durumun geçici olduğunu hatırlatmam gerekiyor. Ve bir de neşelenecek ya da kafamı dağıtacak bir meşgale bulmalıyım. Sonra zaten kara bulutlar dağılıveriyor. Çokta zor değil aslında… Sadece, bazen insanın içinden gelmiyor. Öyle zamanlarda da, bir arkadaşımın dediği gibi, bunalımımı dibine vurana kadar yaşamam gerekiyor. Demek ki o gün de öyle hissetmeye ihtiyacım varmıs… Sonuçta hayat her daim pembe çiçeklerle gelmiyor karşımıza… Elbette üzüldüğümüz, sıkıldığımız olaylar yaşayacağız. Ben de bunları kabullenip, üzüntümü de sıkıntımı da hakkıyla yaşamayı öğrenmeliyim…

Eninde sonunda geçiyor herşey…

Bir pazar geyiği…

Bir “an” ı çok sevdiğimde, kafamı gömüp, onun içinde kalmak istiyorum… Herkese bir özel güç dağıtılacak olsa, herhalde zamanı durdurabilmeyi seçerdim… Hayatın gözümüzün önünde sıradanlaşıp, akıp gitmesine sinir oluyorum… Peki bunu durdurmak adına ya da en azından yavaşlatmak için ne yapıyorum dersiniz? Koca bir hiç! Sadece seyirciyim bu aralar…

Aslında bir sürü şey yapılabilir … Daha bakımlı olabilirim mesela, spora gidebilirim, yediklerime dikkat edebilirim, insanlarla daha sık program yapıp sosyalleşebilirim, daha çok eğlenebilirim, çılgınlıklar yapabilirim, çıkıp yağmurda yürüyebilirim, daha sık hatrını sorabilirim arkadaşlarımın, yeni insanlarla samimileşebilirim, daha verimli olabilirim işimde, daha çok çaba sarf edebilirim, ertelediğim işleri bugün tamamlayabilirim, daha çok sevebilirim, sevdiğimi daha sık gösterebilirim, sürprizler yapabilirim insanlara, tatile gidebilirim, günü birlik bile olsa uzaklarda keyif çatabilirim, evde mumlarımı yakıp şarabımı yudumlayabilirim, farklı türlerde romanlar okuyup, farklı dergileri karıştırabilirim, saçma sapan konularda bilgimi arttırıp, yeni muhabbetlere ortak olabilirim, tekne turuna çıkabilirim, yeni restoranlar deniyebilirim, hatta yeni mutfaklara ağırlık verebilirim, yemek yapabilirim, yeni tatlılar pişirip insanları mest edebilirim, okula devam edebilirim, vakıflarda gönüllü olabilirim, alışverişe çıktığımda farklı dükkanlara girebilirim, çamaşır deterjanımı ayda bir değiştirebilirim, İstanbul’u bir turist gibi gezmeyi deneyebilirim… Ve liste uzar gider…

Kısacası hayatı doldurmak, doya doya yaşamak adına yapabileceğim öyle çok şey var ki…

Peki neden hep aynı kısır döngünün içindeyim? Neden hep aynı yerler, aynı insanlar, aynı yemekler, aynı tarifler?

Çünkü daha kolay…

Yenilik her zaman daha zor. Yeni olan her zaman daha çok emek istiyor.

Nasıl araba kullanmayı ilk öğrendiğimde, her sürüş külfet geliyorduysa, her adımımı düşünerek atmam gerekiyorduysa, yeni bir insanla yakınlaştığımda, yeni bir yere gittiğimde, yeni bir yemek denediğimde, yeni bir işe başladığımda da bir adaptasyon sürecinden geçmem gerekiyor. Ve bu da hiç işime gelmiyor…

Şimdi, şöyle bir çıkmaz oluştu.

Aynılıktan sıkılıyorum. Yeni şeyler denemek istiyorum. Ama her yeni bir işe el attığımda, geriliyorum ve bir alışma sürecinden geçmeden keyif almaya başlayamıyorum. Dolayısıyla ben alışıp, keyif çatabilecek kıvama geldiğimde, yeni şey eskimiş oluyor… Ve ben yine sıkılmaya başlıyorum…

Çık işin içinden çıkabilirsen…

Mantık dersinden neredeyse kalıyor olmama şaşmamalı… Ben bu gidişle ancak kafa yorarım, yorumumu yazarım, sonra da her zaman gittiğim cafeye gidip, her zamanki kahvemi ısmarlar, yudumlarken kafa yormaya devam ederim…

İşte sana kusursuz bir kısır döngü… Diğer adıyla, hayat…

Kısır Döngü

Umut

Sevgiyle nefretin arasındaki o ince çizgide kaldınız mı hiç?

Birini çok seviyorsunuz ama ona dayanamıyorsunuz. Beraber olmak istiyorsunuz, yokluğunda çıldırıyorsunuz, deli gibi özlüyorsunuz, ama yanındayken bir türlü denk getiremiyorsunuz huzuru..

Hep diken üstünde, hep şikayetçi…

Ne yaparsınız?

Arada kalmak ne zor…

İnsanın yüreği nasıl kaldırıyor bunca ağır duyguyu bilemiyorum. Ama yaşıyoruz işte herşeye rağmen… Neler geçiyor insanın başından. Kimi zaman gıkımız çıkmıyor, kimi zamansa feryadımız karşı tepeden duyuluyor… Kimimiz kendini bir kadeh içkiyle sakinleştiriyor, kimimiz yazıyor, kimimiz dert yanıyor… Ama herkesin ortak noktası, bir kaçış arayışı.

Demek ki öyle sanıldığı kadar kolay iyileşmiyor yaralar… Ve her seferinde bizden bir şeyler eksiltiyor yaşananlar. Her fırtınada biraz daha su alıyor teknemiz… 

Çekip gitsek?.. Öyle zor ki… Birine, bir yere, bir şeye alıştıktan ve bağlandıktan sonra, öyle imkansız geliyor ki insana bırakmak …

Belki de bir ışık beklemek gerek. Umutsuzluğun içinde, bir gün, umudun belireceğini ummak… Herşeyin, herkesin sevdiğimiz haline geri döneceğine dair, sadece bizim görebileceğimiz, bulanık bir işaret… Yitmemek için son bir çaba…

Bekle… Ve umudunu yitirme…

Bir koridorda yürümek…

Hayatta rahatlamak çok mu zor? Nereden öğrendik bu kadar dertlenmeyi, olur olmaz herşeyi kafamıza takmayı, detaylara takılıp anı unutmayı?

Arkama yaslanıp, sakince hayatın akışına bırakmak istiyorum kendimi. Kaptırıp gitmeden, akıntıların kenarından yüzerek, girdaplara çekilmeden, usul usul ilerlemek istiyorum yolumda…

Acaba hayat öyle sandığımız kadar şaşalı bir şey değil mi? Binlerce yazı yazılmış, resim çizilmiş, şarkı bestelenmiş hayatın keyfini, güzelliğini, neşesini, büyüsünü anlatan.

Ama ben, şöyle bir kenarda durupta hayata uzaktan baktığımda, göremiyorum o havai fişekleri…

Dümdüz, yalın, illa benim renklendirmemi bekleyen, şekli şemali belirsiz, upuzun, loş bir koridor görüyorum önümde… Benim mi gözlük takmaya ihtiyacım var, yoksa hayat bu mu gerçekten?

Keyifli anlar var elbette… Çok güldüğüm, mutluluk sarhoşu olduğum, sarılıp bırakmak istemediğim anlar… Ama hepsi geçiyor işte. Sonuçta kendimi yine aynı durağan yerde buluyorum… Hep aynı loş koridorda…

Duvarları delip, ter döküp, çabalayıp odalar mı yaratmam gerek? Hep benim mi didinip duvarları süsleyecek tablolar çizmem gerek? Ben mi hep çabalayacağım elektrik hatları çekip, koridorumu aydınlatmak için? Ya da partiler düzenleyip, kalabalıklaştırmak için?

Hayat bana ne sunuyor? Neler getiriyor ben çabalamadan ya da istemeden?

Bir durup düşünmek gerek… Ne kadarı benden, ne kadarı koridordan?

Soruyu sorduğum anda anladım koridordan medet ummanın saçmalığını… Ben ona can vermedikçe, renklendirip döşemedikçe, elbette koridor iki duvar, bir tavan, bir de zeminden ibaret kalacak…

Ruhu olan benim! Öyleyse ruhsuz olana ruh katacak olan da benim… Yani yaşam bana verilen koridorsa, onu, içinde yaşanmak istenecek bir mekana çevirecek olan da, sonra keyfini sürecek olan da benim…

Benim koridorum...

Belki ben de unuturum zamanla…

Avazım çıktığı kadar bağırsam bir duyan olur mu acaba? Yoksa sesim, korktuğum gibi, çıkmaz olur, kendi içimde mi yankılanır ancak?

İnsanın bazen kendinden başkasının anlayamayacağı bir durumda olması ne zor… İnsanların kulağına bozuk plak misali aynı şeylerden yakınıyormuşuz gibi gelirken, bizim içimizdeki feryatların katlanarak artması, ve açılan yaranın hiç bir merhemin çare olamayacağı kadar derinleşmesi ne tuhaf ve ne acı…

İşte, dışarıdan görünenle içerideki, her zaman, ama istisnasız her zaman öyle farklı ki…

İsyanım var ama öyle işlemiş ki içime yetinmenin gerekliliği, sesim çıkmıyor yine!

İnsan içinde ters olunca işleri de öyle ters gidiyor ki… Tepetaklak oluyor algısı, herşey basit, herşey yetersiz, herşey negatif, herşey mutsuz görünmeye başlıyor. En sevdikleri bile batıyor, kimse derdine derman olamıyor… Ve yine dibine vuruyor insan yalnızlığın… Bir bardak kahve, bir bardak çay, sayısız sigara ve tonlarca hüzün dolduruveriyor saatlerini…

İçimde bir öfke var. Kime, neye karşı, ne zamandan beri orada, ben farkında olmadan ne kadar buyudu, neyle beslendi de bu hale geldi haberim yok. Aslında olsun da istemiyorum. Korkuyorum ardından gelebileceklerden ve kumanda ettiği ordusunun gücünden…

Dizginleyemiyorum duygularımı. Tuşlara sertçe vuruyor parmaklarım. Hepsini, herşeyi içimden atmak, kelimelere dökmek istiyorum ama çekiniyorum…Ürküyorum… Ve o zaman kendimi daha da yalnız hissediyorum. 

Aklım bir durulsa… Şu yaşadıklarıma sağlam kafayla bir göz atabilsem… Belki o zaman elerim beynimi kaplayan birkaç bulutu…

Geçmiş, gelecek, bugün dediğimiz en bilinmez denklem karman çorman oturuyorlar bir köşede… Ben de halsiz bedenimle, saf saf izliyorum dinginliklerini…

Hasta gibiyim… Bir ilacım olsa rahatlayacağım. Ama bunun ilacı yok ki… Tek çare zaman ve bitmek bilmeyen değişme çabası…

Biraz oluruna bırakabilsem, belki ben de unuturum zamanla…

Yağmur yağarken aklıma gelenler…

Yağmurla temizlendi içim… Böyle hüzünlü havaları severim ben… İçimde sıkışmış ne duygu varsa atamadığım, yansır havaya böyle günlerde. Ben de rahatlarım içimdeki huysuzluğun aksini doğada gördüğümde.

Yağmuru sever misiniz?

Binlerce insanız şu dünyada. Hepimiz farklı işlere dalmışız… Düşünsenize, şu an, ben bu satırları yazarken ve siz okurken, neler neler yaşıyor diğer insanlar… Doğanlar, doğuranlar, ölenler, ağlayanlar, gülenler, kahkaha atanlar, öpüşenler, kavga edenler, birbirlerinden habersiz aynı sitenin yapışık binalarında mutfaklarında sabahlayanlar…

Ne geleceğimizi biliyoruz, ne de bir sonraki anımızı…

Ne çok medet umar insanlar medyumlardan, fallardan, geleceği gördüğünü iddia edenlerden…

Neden bilmek isteriz ki sürpriz paketin içinden çıkacak olanı vaktinden önce?

Hazırlanmak mı ister acaba insan? Yaşadığım büyük hüzünleri, hayalkırıklıklarını, ters gidecek işleri bilebilseydim önceden, elbette daha hazırlıklı girerdim o virajlara… Ama yine de yıpranırdım, tökezlerdim…

Belki de böylesi daha iyi. Yaşayarak öğrenmek, tadarak sevip sevmediğimize karar vermek…

Deneyimler en değerli hazinemiz derim hep. O yüzden yaşlanmak istemesem de, bir yanım hevesle bekler bol deneyimli olacağım günleri…

İnsan Olmak

Şöyle derinden, içinizin en kuytu köşesinden, uzunca bir zamandır sabırla beklediği yerden çıkan bir “Oh!” çekmenin rahatlığını hiçbir şeyde bulamazsınız.

O an bütün düğümler çözülür, bütün kapalı görünen kapılar aralanır ve insan o ender zamanlarda hissettiği pürüzsüz rahatlığa kavuşur.

Herkes, herşey hoş görünür, kusurlar batmaz, istekler sabrın kollarına bırakıverir kendini ve yüzünüz güler yeniden…

İşte ben tam o noktayım şu an…

Günlerdir aradığım, uzun zamandır beklediğim o anın içindeyim… Ve doya doya hissediyorum o huzuru… Kalbimin kapıları ardına kadar açıldı…

Nasıl geldim bu noktaya? Neden demin değil de şimdi? Kendim mi yaptım yardım mı aldım? Buraya gelmenin daha az sancılı bir yolu var mı?

İnsan hayatta hep acı mı çekmeli acısızlığın değerini anlamak için? Hasta mı olmalı sağlığına şükretmek için? Peki mutsuzluğunu dibine kadar yaşamalı mı küçük şeylerden keyif alınabileceğini hatırlamak için?

Evet! Evet! Evet!

Hayatın iki boyutu ve madalyonun iki yüzü… Karanın içinde ak, akın içinde kara… Biri olmadan diğeri bir türlü var olamıyor.

Herşey biz insanlar için…

Ama elbette kendimize has baş etme yollarımız da mevcut… 

Örneğin ben, bu anı yazarak, hissederek, farkına vararak içime depoluyorum ve onu azar azar, tadına vara vara tüketeceğim. Bir de çok özel anlar için depoda bir kısmını saklayacağım… Çok sıkıştığımda gözlerimi yumup, yapay bir “Oh!” çekip bu ana döneceğim…

Bir gün, çok güzel bir tekne turunda, dünyanın en görkemli şelalerinin birinin dibinde, canımdan bir parça olan bir dostumla ıslanıp keyif çatıyorduk… O an bana dedi ki: “Bundan sonra yoga yaparken gideceğim dingin yerimi buldum…”  Evet, insan olmanın en büyük lüksü… Hayal edebilmek… Hayalinde istediğin yere gidebilmek… İstediğini elde edebilmek… Ve en güzeli hedeflerini, zarar görmeden, hayalinde test edebilmek…

İnsan olmak güzel şey! Hayali de, gerçeği de…

“O onun hödüklüğü…”

Birinden alıntı yaptım başlığımı yazarken. Çok sevdiğim, aklına çok güvendiğim ve bugün bolca sohbet etme fırsatı bulduğum birinden… 

Hazır yaşça benden büyük, tecrübelerini hayatın eleğinden geçirme fırsatı bulmuş birini karşımda bulmuşken, sordum bende. “Nedir hayatın sırrı?” dedim. “Kendinden emin olmaktır.” Dedi. “Peki nasıl etkilenmemeyi becereceğim insanlardan?” diye sordum. “Herkesin parmak izi var di mi?” dedi. “Hiçkimseninki bir diğerininkine benzemiyor. İşte karakterlerimiz de böyle… Her birimiz farklıyız. Hepimizin artı ve eksileri farklı… Bunları bilip, yaptıklarımızı bunlara göre şekillendiririz. Ve dönüp kendimize sorarız. “Karakterim el verdiğince elimden gelenin en iyisini yaptım mı?” Cevap “evet” ise iş bitmiştir. Başkası bunu anlamaz, beğenmezse, eleştirip beni yıldırmaya çalışırsa, o onun hödüklüğüdür… Beni etkilemez…”

Ben de böyle olmak istiyorum işte. Sorulmuş hınzırca bir soruya, böyle ağzı açık bıraktıran bir cevap verebilmek ve kendime hiç tereddütsüz güvenebilmek istiyorum… Tabi önce hayatın eleğinden geçmem, binlerce iyi ve kötü deneyim kazanmam, yoluma çıkacakları yaşamam gerekiyor…

Ama en azından şimdilik, insanların olumsuzluklarından ve incitici yorumlarından az etkilenme pratiği yapabilirim. Belki o zaman kendi istediklerimi daha kolay belirler, daha rahat uygularım…

İç rahatlığı önemli sonuçta… Ne kadar “Artık bencil olacağım…” desem de, pratikte bu pek mümkün değil. Çünkü “karakter”imde yok. Olmuyor, üzerime oturmuyor… Üzüldüğümle kalıyorum…

Ama dengeli bir kendini düşünmeye varım! Yani “Burada, bu ilişkide, bu ortamda ben de varım. Ve ben bunu yapmak istiyorum ya da istemiyorum. Bence bu böyle ya da böyle değil…” diyebilmek… Bunu dediğimde beni incitecek, ucu zehirli oklarını sırtındaki kılıfında hazır bekletenlere ise tek bir sözüm var: “O sizin hödüklüğünüz!”

Önemli olan kendinizi nasıl gördüğünüzdür...

Aşk’a…

Hayat umut dolu kimi zaman,

Kimi zamansa küstah hepimize karşı…

Kırılanlar hep buruk, hep huzursuz.

Sonsuz denenler bile bazen sınırlarda…

 

Sessizliğe bıraktığında kendini,

Hissedersin zamanın akışını…

Sana aldırmadan yaşanıverir anılar,

Varlığını yokluk sanırsın bazen.

 

Usulca süzülürsün aşkının kollarına,

Hasretiyle sarıp sarmalar acıyan kalbini.

Büyüdükçe büyür umudun,

Ve bir saniyede yitiverir yeniden…

 

“Hiç olmadı ki zaten” der,

Avutursun iniş anlarında kendini.

Ve bilsen de,

Bilmiyormuşsun gibi uzanırsın kumsallara.

 

“Gitti gideli” denen aşklardan benimki,

Sonunu asla var edemediğim…

 

Her cümlemi keşkeyle başlatan,

“Neredesin?” dedikçe, mucizelerle çıkagelen…