Kasım ayının soğuk bir gecesi doğdum ve bir daha da erken yatmayı hiç sevemedim. İlkokula giderken bile babamdan azar işitirdim “Saat kaç oldu, hala uyumadın mı?” diye… Gece kuşu bir nevi…
Ortaokul zamanı geldi, Notre Dame de Sion’a girdim. Sekiz zor senenin ardından bilgi dağarcığı zenginleşmiş, dünya görgüsü artmış, kendini tanımaya azıcık yaklaşmış bambaşka bir genç kız olarak çıktım.
Hayalim dansçı olmaktı. İyi ki erken yaşta kabiliyetim olmadığını anladım. Yazar olayım istedim, ama bu hayalimde beni kitap kurdu yapmanın ötesine götüremedi. En sonunda, anneminde kariyer danışmanlığı katkılarıyla, bir meslek buldum kendime. İçinde hem bilgiye olan açlığımı giderebileceğim, hem insan sevgimi sonuna kadar kullanabileceğim, hem de yaratıcı kişiliğime gem vurmak zorunda kalmayacağım, kısacası içinde kendim olabileceğim bir meslek. Ve Koç Üniversitesi Psikoloji bölümüne başladım.
Dört mükemmel sene… Mükemmel hocalarla, özgür eğitimin içinde çiçek açtığım, yepyeni bir dünyayla tanıştığım, muhteşem dostlukların ilk adımlarını attığım, hayatımın büyük bir bölümünü kapsayacak ve en büyük aşkım olacak psikoloji ile tanışıklığımı pekiştirdiğim dört güzel sene.
Ardından kendimi tam bulamadığımdam, kendimle başbaşa kalmanın akıllıca olacağını Sami Gülgöz hocamdan öğrendiğimden ve psikoloji alanındaki yetkinliğimi ilerletip uzmanlaşmam gerektiğinden çok tipik bir kaçma planı yaptım ve Amerika’ya gittim.
Philadelphia’daki La Salle Üniversitesi’nde iki güzel senem geçti. Klinik psikoloji dalında yüksek lisans programını bitirdim. Ama sadece onunla kalamadım tabi ki… Çılgınca kendimi aradım… Hem kişisel hem de profesyonel anlamda…
Başlarda hayat kendini sertçe tanıttı bana. Öyle bir sıktı ki elimi… Sımsıkı, kendinden emin… Çekindim. Ama yılmadım, yılamazdım, hamurumda yoktu. Devam ettim, çabaladım, okudum, öğrendim, kendimi hem süper hissettim hem ikinci sınıf. İlk stajımda ırkçılıkla ve aksanlı olmanın zorluklarıyla tanıştım, kendimi sorguladım. Ama o da geçti ve ben biraz daha güçlendim. Annemin deyimiyle “hayatta bu durumlarda da ne yapacağımı öğrenmiş oldum”.
Sonra, hayat bir melek çıkardı karşıma. Hatta melekler… İkinci stajım, ardından çalışmaya karar verdiğim ve okul sonrası Amerika’da kaldığım dönem ve öğrendiklerim… Bir klinik psikoloğun karşılaşabileceği her türlü semptomla yıllarım geçti. İnanılmaz bir bilgi birikimi edindim. Teşhisler, tedaviler, terapi teknikleri ve kullanımları üzerine kendimi yora yora uzmanlaştım; ve en önemlisi alan içindeki, beni kalbimden vuran altalanı buldum: Travma. Travma üzerine süpervizyon aldım, bireyler ve gruplarla çalıştım… Ve kendimi istediğim yöne doğru yürüttüm …
Sayfalar yetmez, kelimeler az gelir anlatmaya… Öğrendim, öğrettim, keşfettim, yardım ettim, sevdim, sevildim, yani yaşadım! Belki de ilk defa gerçekten yaşadım!
İşte bu noktada kendimi bulmaya yaklaştığımı anladım. Süpervizörlerim, hocalarım, terapistim, dostlarım… Hayatıma bir anlık bile olsa kendini katmış olan herkesten, herşeyden birer ya da birkaç parça topladım… Ve kendimi yarattım… Hala da yaratıyorum.
İşte ben… Kendini seven, kendine kızan, kendini koruyan, kendini hep zorlayan, daha da ileriye gitmek için itekleyen, olduğu yeri hem seven hem hep daha fazlasını arayan, anları, açan çiçekleri, dolanan kedileri, seven insanları, mutluluğu, gözyaşlarını, acıyı fark eden ve fark etmeye hep devam edecek olan, sizlerle samimi bir iletişim kurmak için bu blog işine girmiş, günümüz psikoloğu… Var mısınız hep beraber, bugünden başlayarak ruhumuza iyi bakalım? Kendimizi tanıyıp, yolumuzu kendimiz çizelim? Evetse hepinizi her yeni yazımda buraya bekliyorum! Elbette yorumlarınızla! Katılım olmadan hayat yaşanmaz değil mi?! 😉
Sevgiler…